Yazı kategorisi: mutfakta, ortaya karışık

Miyazaki’nin iştah açan filmleri

Açsanız izlememelisiniz!

Hayao Miyazaki

Dünyanın pek çok yerindeki anime çılgınlarından değilim. Ama çocukluğumda Şeker Kız Candy’i de Heidi’yi de çok severdim. Sonraki yıllarda yayımlanan serilerden Transformers, Dragon Ball ya da Pokemon pek ilgimi çekmemişti. Televizyonla bağımın seyreldiği yıllardı zaten, sinemayla tutkulu bir aşk yaşıyordum. ‘Çizgi filmler’ de bu tutkunun olmazsa olmaz parçasıydı. Vizyona giren her şeyi izliyordum. Azdı o zamanlar sayısı, her zaman öyle olmasa da çocuklar içindi, o yüzden dublajlıydı. Yanında çocuk olmadan salonda bulunan tek yetişkin oluyordum genelde, arkadaşlarım da dalga geçiyordu benimle. Onlar için ‘çizgi filmdi’ -çocuk işiydi- çünkü hâlâ, benim içinse çoktan animasyona -sanata- evrilmişti, ancak anime henüz ufukta bile yoktu. Daha doğrusu varmış da yokmuş işte; çocukluğumuzun çizgi filmleriymiş onlar. Sonra… Sonra Miyazaki ile tanıştım. Sinemaya, animasyona meraklı herkes gibi vuruldum onun animelerine…

Şimdi diyeceksiniz ki ne farkı var animasyondan? Kendine has belirgin bir stili, Japonya’ya özgü oluşu en belirgin farkı. Mangalardan -Japon çizgi romanları-  uyarlanıyorlar genellikle; tıpkı Candy gibi ya da Pokemon. Ama onunla sınırlı kalmıyor, dünya edebiyatını da kaynak alıyor ya da özgün senaryolar da yazılıyor. Animeleri diğer animasyonlardan ayıran en önemli farklardan biri de konuları. Diğer animasyonlarda hep belirli bir tema vardır, macera ve aksiyon eşlik eder bu temaya ama gündelik, sıradan konulara pek rastlamazsınız. Animelerde ise bolca görürsünüz gündelik yaşamın akışını, detaylarını, rutinlerini, kahramanların duygusal değişimlerini… 

Bugün 80 yaşında olan ‘sensei’ Hayao Miyazaki bunlara ek olarak boşlukları, hareketsizliği de katar filmlerine. Dramatik yanı çok güçlü olsa da bundandır sizde bıraktığı dinginlik, hafiflik hissi. İlk başta fantastik öğeleriyle, o eşsiz hayal gücüyle büyüler izleyeni. Ama her yeni filmle öncekilere bir kez daha dönersiniz ve her izlemede farklı bir detay yakalayıverir sizi. 

Epey aradan sonra, özlediğimi fark edip Tonari no Totoro / My Neighbour Totoro / Komşum Totoro’yu kimbilir kaçıncı kez izlerken yemek sahnesi dikkatimi çekti bu kez. Kurenai no Buta / Porco Rosso / Porco Rosso’yuizledim ardından. Baktım orada da yemek sahneleri azımsanmayacak boyutta İtalyan esintili olarak. Şöyle bir düşündüm neredeyse hepsinde var yaşamın olmazsa olmazı yemek -ilk filmi hariç hepsinde. Bazılarında neredeyse başrolde hatta. Nasıl olmasın? Japonya’da hazırlanmasından sunumuna, ailece yenmesine kadar tam bir ritüel yemek. Sadece Miyazaki filmlerinde değil, tüm Studio Ghibli yapımlarında öyle. Hemen diğer filmleri de izledim elimde defter kalem ve şimdiye dek pek de ilgilenmediğim o ağız sulandıran yemek sahnelerinin izlerini sürmeye başlayınca engin bir lezzet dünyasının ve yoğun anime kültürünün içinde buldum kendimi. Meğer benim için geç bir farkındalıkmış bu yemek sahneleri, bilseniz ne çok yazı, ne çok blog ne çok youtube kanalı, sosyal medya hesabı var bununla ilgili!..

Satsuki’nin bentoları

Komşum Totoro, Hayao Miyazaki’nin kurucusu olduğu ve ilk uzun metraj filminden sonra tüm filmlerini çatısı altında ürettiği Studio Ghibli koleksiyonunun en ikonik filmi, öyle ki Totoro stüdyonun da logosu. 

Tokyo’nun kırsalında, babalarıyla yeni bir eve taşınan Satsuki ve Mei adlı iki kız kardeşin gündelik yaşamlarını anlatıyor film. Anneleri bir nedenle hastanede, arada üçü tek bir bisiklete atlayıp tarlaların arasından geçerek onu ziyaret ediyorlar. Çok geçmeden meraklı ve dik başlı küçük kız Mei’nin, bir görünüp bir kaybolan, hayli komik görünüşlü tavşanımsı yaratığın peşine takılmasıyla ormanın ruhu Totoro da sahneye çıkıyor. İnsanda sarılma isteği yaratan, yumuşacık, kabarık, komik surat Totoro.  

Abla Satsuki’nin okula gitmeden önce babası ve küçük kız kardeşi Mei için öğle yemeği hazırladığı sahnede, köpüren ve buharlaşan tencerelerin arasında Satsuki’nin kendinden emin, seri hali izleyende bu konuda iyi olduğu hissi yaratıyor. Hazırladığı bentoları görünce buna hiç şüphe kalmıyor.   

Bento Japonya’da hâlâ yaygın olarak kullanılan bir çeşit sefertası. Japon mutfağında sunum çok önemli; yemekler kesinlikle göze hitap etmeli, yiyecekler şekil ve renge göre yerleştirilmeli. Bento için neden istisna yapılsın ki? Bu küçük yemek kutuları sadece görüntüleriyle bile davetkâr. Gohan (pirinç pilavı) bento’nun olmazsa olmazı. Gohan’ın yanına hangi sebze ya da et balık türünün geleceği tercihe bağlı. Satsuki, gohan’ın üzerine bir umeboshi, yani salamura edilmiş, Doğu Asya’ya özgü bir tür kayısı olan ume yerleştirmiş. Yanına sakura denbu, edamame ve ortaya da shishamo koymuş. Denbu, suşi rulolarında ve çeşitli pirinç yemeklerini süslemek için kullanılan tatlı tuzlu, lapa lapa kar gibi kabarık görünen, taze morina ya da diğer az yağlı, beyaz etli balıklardan yapılan bir balık çeşnisi. Sakura denbu adından da anlaşılacağı üzere Japon kirazına gönderme yaparak, tercihen kırmızı lahana, pancar gibi doğal yollarla yoksa gıda boyasıyla pembeleştirilmiş denbu. Edamame, az tuzlu suda haşlanarak kullanıma hazır hale getirilmiş, henüz tam olgunlaşmamış taze soya fasulyesi; shishamo da özellikle Hokkaido bölgesinden çıkarılan bir balık türü. 

Satsuki’nin bentosu haklı olarak Mei’nin hayranlığını kazanıyor. Tarlalarda çalışan köylüler, paylaşılan hasat edilen ürünler filmin geri planında arz_ı endam ediyor. Hatta kızların yeni arkadaşı Totoro’nun, onların bahçelerinde bir şeyler yetiştirmelerine spiritüel yardımlarını da gülümseyerek izlettiriyor bize Miyazaki bu en sevilen filminde.  

Kiki’yi hüzünlendiren ringa balıklı turta

Hayao Miyazaki’nin ilk filmlerinden Majo no Takkyūbin / Kiki’s Delivery Servise / Küçük Cadı Kiki, 13 yaşında bir cadı olan Kiki’nin, kedisi Jiji ile birlikte bir cadı olarak yaşamını sürdürebileceği işi bulmak için evden ayrılışını anlatıyor. Kiki şans eseri kentin sevilen fırınının sahibi Osono ile tanışıyor ve fırının avlusundaki bir odaya yerleşiyor. Süpürgesini çok iyi kullandığını anlayınca da dağıtım yapabileceğine karar veriyor.  

Kiki’nin temel beslenme şekli her gün yaptığı pancake. Ucuz ve pratik çünkü. Ama bir gün hastalandığında Osono hastalığa çok iyi gelir diyerek ona kuru üzümlü, ballı yulaf ezmesi hazırlıyor. Her ne kadar Japon mutfağında ekmek, hamur işi ve tatlılar pek yer almasa da bir fırın ekseninde geçen film boyunca adeta leziz hamur kokularıyla sarmalanıyorsunuz. Yine de filme damgasını vuran yemek elbette ringa balıklı balkabaklı turta -bu da geleneksel bir Japon yemeği değil elbet. Kiki yaşlı ninenin torununun doğum günü için hazırladığı turtayı adrese ulaştırmak için oraya gittiğinde turtanın henüz hazır olmadığını görüyor. Dünyanın en tatlı cadısı olduğu için de beklerken evdeki ufak tefek işlere yardım ediyor, hatta eski fırını yakma işi bile ona düşüyor. Ancak ortasında ringa balığının şeklini bariz şekilde gördüğümüz bu enfes turta gittiği adreste pek hoş karşılanmayınca Kiki’nin keyfi kaçıyor. Kısa süre sonra nine hazırladığı pastayla onun gönlünü almasını biliyor neyse ki.  

Howl’un yürüyen şatosunda İngiliz kahvaltısı

Genelde aklına gelen bir fikrin peşine takılıyormuş Miyazaki üretirken. Senaryo da yazarak değil çizerek şekilleniyormuş. Ama bazen bir kitap da olabiliyormuş bu fikir Küçük Cadı Kiki’deki ya da Howl no Ugoku Shiro / Howl’s Moving Castle / Yürüyen Şato’daki gibi. Diana Wynne Jones’un Yürüyen Şato’su bir Studio Ghibli projesi olarak başlamış, ancak ilerleyemeyince Hayao Miyazaki projeyi sil baştan kendisi yapmış. Ortaçağ Avrupası esintili bir dünyada iblislerin, büyücülerin ve cadıların kol gezdiği bu fantastik macerada Sophie adında genç bir kadın bir cadı tarafından lanetlenerek yaşlı bir kadına dönüşüyor. Evinden ayrılan Sophie’nin yolu büyücü Howl ile kesişiyor. Sophie’nin üzerindeki büyünün farkında olan Howl onu korumasına alıyor. İçten içe Howl’a ilgi duyan Sophie de onun evi yürüyen şatoyu ve içindekileri çekip çevirmeye başlıyor. 

İlk işi ayak işlerine yardımcı olan küçük Markl ile kendisine yemek hazırlamak oluyor. Eski, tozlu bir masanın üzerinde aynı şato gibi karmakarışık duran bol miktarda yiyeceğe dikkatle bakınca hepsinin iyi durumda olmadığını fark ediyor Sophie. Kararlı bir şekilde bir tabak bacon ve bir sepet yumurta alıp ateşin başına geliyor, ama yemek pişirmek için ateşi kontrol eden Calcifer adlı ateş iblisiyle didişmek zorunda kalıyor. Sonunda Calcifer Sophie’nin bacon ve yumurtaları pişirme isteğini gönülsüzce kabul ediyor. Derken kapıdan içeri giren Howl Sophie’nin elindeki tavayı alarak pişirme işine devam ediyor.  Markl iştahla yerken Sophie bulunduğu ortamın garipliği ve nezaketsizliğinden hoşnutsuz yemekte nazlanıyor ama sonunda o da katılıyor diğerlerine. 

Küçük Cadı Kiki’de olduğu gibi burada da Japon kültüründen uzak bir yeme alışkanlığı görüyoruz. Yumurta dışında Japon kahvaltısına aşina bir şey yok Howl’un yürüyen şatosunda. Miyazaki burada tamamen kitabın atmosferine sadık kalmış. Öte yandan yine bir yemek detayı eklemekten de kendini alamamış.  

Ruhların tuhaf yemek şöleni

Sen to Chihiro no Kamikakushi / Spirited Away / Ruhların Kaçışı, tüm Hayao Miyazaki filmleri arasında en yemek odaklı olanı. Ruhların himayesinde olan bir onsende, yani volkanik faaliyetlerle beslenen doğal bir kaplıcanın çevresinde kurulmuş bir tatil yerinde geçen film boyunca müşterilere sunulan ziyafetler filmi de bir yemek şölenine çeviriyor aynı zamanda. Ancak bu ziyafetlerin biraz ürkütücü olduğunu da hemen eklemeliyim. 

Filmin başında, kahramanımız Chihiro ailesiyle yeni taşınacakları yere doğru yol alırken bu eski onsene rastlayıp duruyorlar. Anne babası merakla etrafı gezerken Chihiro huzursuzluğunu belli edip geri dönmek istiyor. Ancak ailesi yemek kokularının izini sürerek bir restorandan içeri giriyor ve sanki kendileri için hazırlanmış gibi parıldayan sosisler, pirinç kekleri ve çeşitli kavrulmuş etlerle dolu ziyafet sofrasına oturup çekinmeden yemeye başlıyorlar. Chihiro ne kadar itiraz etse de onları oradan alamıyor ve dolaşmaya çıkıyor. Döndüğünde annesiyle babasının domuza dönüşmüş olduklarını ve şuurlarını yitirmiş bir şekilde yemeye devam ettiklerini görüyor. Ve macera başlıyor, Chihiro filmin geri kalanını ailesini kurtarmanın bir yolunu bulmaya çalışarak geçiriyor. 

İlerleyen sahnelerde, onsende tanıştığı ve kendisine yardım eden Haku çok üzgün olan Chihiro’yu teselli için onunla onigirisini paylaşıyor ve ona akıl veriyor. Haku’nun önerdiği gibi Chihiro onsende işe girerek Lin adlı işçiye müşteriler için banyoları temizleme ve hazırlama konusunda asistanlık yapıyor. Bir iş gününün sonunda, kalmalarına izin verilen bölümün balkonunda ay ışığının yansıdığı denizi izlerken, Lin içeride devam eden şenliklerden aldığı bir tabak anman ile ortaya çıkıyor. Balkonda kızın yanına uzanıyor ve birlikte iştahla anmanlarını yiyorlar.  

Onigiri de anman da Japonların çok sevdiği atıştırmalıklardan. Pirinç topu olarak da bilinen onigiri, genellikle beyaz pirincin üçgen veya silindirik şekiller verilerek nori’ye (kurutulmuş deniz yosunu) sarılmasıyla yapılan pratik bir yemek. Anman ise buharda pişirilmiş bir hamur işi, bir çeşit çörek. Mayalı hamurun içine anko konularak yapılıyor. Anko Japonya’da pek çok tatlı atıştırmalık için hazır bulundurulan popüler bir malzeme. Adzuki denilen küçük, kırmızı bir fasulyenin şekerle haşlandıktan sonra püre haline getirilmesiyle hazırlanıyor. Balık şeklindeki waffleların (taiyaki), havadar pancakelerin (dorayaki) arasında, buharda pişirilmiş (anman) ve fırında pişirilmiş (an pan) tatlı çöreklerde kullanılıyor.  

Ruhların Kaçışı, onsene gelen doyumsuz ruh Kaonashi’nin dağıttığı altınları alabilmek için ona sürekli yemek sunan çalışanlar sayesinde çığrından çıkan tüyler ürpertici bir başka ziyafete daha tanık ediyor bizi. Daha sonra da sakin bir çay saatine… Yer yer iştah açıcı görünse de hayli tuhaf bir yemek şöleni gibi bu film gerçekten. Öte yandan Miyaza’kinin küçük fan kitlesinin tüm dünyada genişlemesine yol açan film olduğunu da söylemem gerek. Berlin Film Festivali tarihinde büyük ödülü alan ilk ve tek  animasyon Ruhların Kaçışı. Üstelik bununla da kalmayıp aynı yıl En İyi Animasyon Oscar’ını da aldı.    

Jambon düşkünü balık Ponyo

Gake no Ue no Ponyo / Ponyo / Küçük Deniz Kızı Ponyo, Miyazaki’nin özellikle çocuklar tarafından çok sevilen filmi. Ponyo babası, kardeşleri ve başka bir dolu deniz canlısıyla büyülü bir sualtı evreninde yaşarken yüzeye çıkmaya karar veren meraklı küçük bir balık kız. Babası durumu fark edip onu bulmaya çalışırken Ponyo denizin içindeki bir kavanoza sıkışarak kıyıya vuruyor. Souske adlı küçük oğlan onu bulup evine götürüyor. Souske okula, annesi işe giderken yolda annenin hazırladığı sandviçlerini yiyorlar. Souske Ponyo’ya da veriyor. Ponyo büyük bir iştahla sadece sandviçin jambonunu kapıyor ve insan yemeğinin tadını aldığından insana dönüşme şansı doğuyor. O da bu şansı kullanıp Souske’yle kalmaya karar veriyor. Souske ve annesi doğal olan buymuş gibi onu yaşamlarına alıyorlar.  

Küçük Deniz Kızı Ponyo’nun akıllara kazınan bir diğer yemek sahnesinde anne parlak mavi, kapaklı kaselerde çocuklar için anında ramen yapıyor. Sosuske, elindeki noodle paketini seramik kaseye düşmesi için sallıyor, noodle pat diye düşüyor kaseye. İnsan dünyasına aşina olmayan Ponyo onu taklit ediyor, ama onun noodle’ı kasesine dağılarak düşüyor. Anne eriştelerin üzerine buharı tüten et suyunu döküp üzerlerini kapatıyor ve Souske’nin dediği gibi üç dakika bekliyorlar. Sonra anne çocuklardan gözlerini kapatmalarını istiyor ve ramen’in hazırlıklarını tamamlıyor; yarım haşlanmış katı yumurta, doğranmış taze soğan ve iki kalın dilim jambonun altında noodle berrak bir et suyunun içinde yenmeyi bekliyor. Ponyo keyifle bağırarak önce favorisi jambonun birini kapıyor. Sonra yediğinden aldığı hazla uyuklamaya başlıyor. Açıkçası bu öyle bir sahne ki Ponyo’nun aldığı haz size de yansıyor, biri bana da böyle ramen hazırlasa hiç fena olmaz diye düşünüyorsunuz, ne olduğunu bilseniz de bilmeseniz de…

Ramen, 17. yüzyılda Çin’den Japonya’ya gelen öğrencilerin etkisiyle restoranlarda sunulmaya başlayan, Çin eriştesiyle Japon tatlarının bir araya getirildiği, hızlı ve pratik bir yemek, bir tür fast food noodle çorbası. Genellikle et suyu ile yapılıyor ve dilimlenmiş et, kurutulmuş deniz yosunu, kamaboko (surimi), yeşil soğan gibi üst malzemelerle servis ediliyor. 

Japonların geleneksel çorbası, 700 yıldan uzun süredir içtikleri miso aslında. Miso, fermente soya fasulyesi, koji -mantar sporu- ile fermente edilmiş pirinç ve tuzla elde ediliyor. Çorba yapımında kullanıldığı gibi çeşni olarak da değerlendiriliyor. Günün her saatinde miso çorbası ve bir kase pirinç yenebilir Japonya’da. Bu tipik bir Japon öğünü. Onlar için miso aynı zamanda ruhu besleyen bir yiyecek. Öte yandan bu köklü geleneğe rağmen ramen’in de azımsanmayacak bir tüketimi olduğunu söylemek gerek.

İlham veren orkinos balığı kılçığı

Miyazaki’nin vizyona giren son filmi Kaze Tachinu / The Wind Rises / Rüzgâr Yükseliyor. Uçak mühendisi, tasarımcısı Jiro Horikoshi’nin gerçek yaşamından yola çıkarak filmleştirilmiş. Bir tutkunun zirvesi gibi de okunabilir film; Miyazaki’nin her filminde görmeye alıştığımız türlü çeşit uçan cisme olan tutkusunun. Babasının bir uçak mühendisi olduğu düşünülürse bu tutkuyu anlamak mümkün elbet, bu açıdan babasına da saygı duruşu, bir ithaf tabii diğer tüm filmlerinde olduğu gibi.

II. Dünya Savaşı’nın çetin yıllarında jet teknolojisini geliştirmeye büyük yatırım yapan Japonya’nın genç yeteneği Jiro’nun hayalleri, çalışmaları ve aşk yaşamı etrafında dönen film, o yılların atmosferini başarıyla yansıtırken yemekleri de ihmal etmiyor yine. Hatta Jiro’nun yaşamında çok kilit bir olay  yemekle ilgili. Çünkü Jiro her öğlen arkadaşıyla gittiği restoranda çoğunlukla yediği orkinos balığının kılçığının mükemmel kıvrımına takılıyor. Uzun uzun incelediği kılçık onun jet tasarımlarında kanatların şekillenmesinde ilham kaynağı oluyor. Sonunda başardığında arkadaşı “orkinos balığınınki gibi” yorumunu yapıyor gülümseyerek. 

Rüzgâr Yükseliyor’daki ilginç bir yemek detayı da Sibirya çöreğiyle ilgili. Jiro’nun bir alışkanlığı da evinin oradaki büfe gibi bir yerden her akşam Sibirya çöreği alması. Çalışırken yeşil çay, sigara ve Sibirya çöreği eşlik ediyor ona. Ana vatanı Portekiz olan, Japonların süngerimsi keki kasutera’nın (castella) arasına konulmuş yökan’dan oluşuyor bu kek. Basit ve lezzetli. Yökan yine bir çeşit fasulye ezmesi -Japonlar tatlıya düşkün değiller, ama belli ki bu tatlı fasulye ezmelerini seviyorlar. Anko’dan farkı içinde agar, yani deniz yosunundan ekstrakte edilen jelatinimsi bir maddenin bulunması. Yökan bloklar halinde hazır satılıyor ve dilimlenerek tek başına tatlı olarak da yeniliyor. İşte bu Sibirya çöreği filmin geçtiği yıllarda Japonya’da çok popülermiş, ama yıllar içerisinde unutulmuş. Miyazaki bu filmle Sibirya çöreğini yeniden hayata katmış. Kek, Tokyo’nun Mitaka semtinde bulunan Studio Ghibli Müzesi’nin kafesinde satılıyor. 

Kahvaltı şarkısı

Şimdiye dek Hayao Miyazaki’nin yönettiği uzun metraj filmlere odaklandım. Azımsanmayacak televizyon serisi ve kısa filmi de var sanatçının ve tabii Ghibli bünyesindeki yapımlara emeği. Oğlu Goro Miyazaki de babasının izinden ilerliyor. Son olarak oğlunun yönettiği, kendisinin senaryosunu yazdığı ve hep arka planında akıl hocalığı yaptığı filme; Kokuriko-zaka Kara / From up on Poppy Hill / Tepedeki Ev’e değineceğim. Bu filmin başrolünde de yemek var çünkü; Ruhların Kaçışı’nda olduğu gibi de değil üstelik, gündelik yaşamımızın değişmez parçası olarak:  

Tencere kaynıyor fokur fokur

Pirincin sesi pufur pufur

Kesme tahtasıysa yanı başımda

Tofu kımıl kımıl

Yumurtalar çıt kırıldım

Natto desen yapış yapış kenarda

Al eline tavayı

Ve kır yumurtaları içine

Tenceredeki miso’yu karıştır 

Sıcacık gohan orada

Tane tane hepsi de

Tastamam hazırız yemeğe

Uyandırma vakti geldi herkesi

Masaya toplama vaktidir milleti

Haydi çekinmeyin afiyet olsun

Güneşli bir gün bizleri bekliyor

Hep birlikte edilen kahvaltılar

Hazırladığım sofralar

Haydi yiyin, haydi yiyin

Kalmasın tek bir lokma tabaklarda

Hep birlikte edilen kahvaltılar

Hazırladığım sofralar

Haydi yiyin, haydi yiyin

Kalmasın tek bir lokma tabaklarda

Film, Asagohan no Uta / Breakfast Song adlı, sözlerini direkt alt yazı çevirisinden aldığım bu şarkı eşliğinde başlıyor. Şarkı devam ederken, filmin kahramanı genç kız Umi okula yetişeceği için hafif telaşlı ama kontrollü bir şekilde ev ahalisi için kahvaltı hazırlıyor. Film Kore Savaşı zamanında geçiyor ve babasını kaybetmiş, annesi ise uzakta olan Umilerin evi pansiyon olarak kullanılıyor. Farklı meslek ve yaşlardan kadınların kaldığı bir pansiyon. Umi henüz liseye gitmesine karşın hem alış veriş hem de yemekleri hazırlamak gibi büyük bir sorumluluk üstlenmiş. Film boyunca bu görevini yerine getirişine bolca sahne oluyoruz. Yumurta, jambon, sebze ve gohan’dan oluşan kahvaltının ardından okuldaki öğle yemeğine geçiyoruz. Umi’nin kendisi ve kardeşi için Satsuki gibi umeboshi bento hazırladığını görüyoruz, ama onunkinde balık yerine sosis, denbu yerine tamagoyaki (birkaç kat kızarmış yumurta yuvarlanarak yapılan bir tür omlet) var. Aynı masayı paylaştıkları arkadaşları ise her zamanki gibi körili udon (buğdaydan yapılan bir çeşit kalın erişte) yiyor. 

Umi okuldan çıkıp koşa koşa eve gidiyor, malzemelerine bakıp balık yapmaya karar veriyor ve hemen vogu ateşe yerleştirip tempuraları hazırlarken bir yandan da sebzeleri doğruyor.  

Devam etmeyeceğim, çünkü dediğim gibi film Umi’nin etrafında okuldaki olayların yanı sıra sürekli bir yeme içme hazırlama haliyle sürüyor. Bunca film arasında suşi gördüğümüz tek film de bu. Sanıldığının aksine çok da sık suşi tüketmiyor çünkü Japonlar. Filmde bir veda yemeğinde yeniliyor. Evet, Hayao Miyazaki’nin günlük yaşamın ince güzelliklerini, mistisizmini, içinde sakladığı maceracı ruhu, her yaştan insanın duygusal gelgitlerini büyük bir zarafetle aktardığı büyülü gerçekçiliğine tek bir açıdan bakmaya çalıştım, ki sadece bu konuda bile yazılacak, konuşulacak daha çok detay var. İzleyenleriniz bilir, insanların tuhaf hırsları nedeniyle yaşadığımız ekolojik sorunlar, savaşlar, çatışmalar, doğayla uyum halinde yaşamak Miyazaki’nin temel dertleridir. Kahramanları genelde güçlü, kendine yeten, çözüm üreten, barışçı kadınlardır. Çocukların en yakın dostları ise hep sevimli hayvanlar. Yemek tüm bu dinamikler içinde insanları ayakta tutan, yatıştıran, bir araya getiren önemli bir unsur. Mükemmel görüntüleriyle iştahımızı kabartan, merakımızı cezbeden ve bizi o tatların arayışına sürükleyen… Filmleri yoluyla Hayao Miyazaki’nin hayal dünyasına konuk olurken gülümsemek, keyif almamak ve galiba acıkmamak mümkün değil. Sanırım tılsımı da burada.

Bu yazı ilk kez Yemek ve Kültür Dergisi’nin Yaz 2021 sayısında yayınlanmıştır.