Yazı kategorisi: doğa ekseninde

Jane Goodall’ın bilgeliğinde umutlanmaya cüret etmek

Bugün 89 yaşında olan, çoğunlukla şempanzelerle ilgili çalışmalarıyla tanıdığımız İngiliz primatolog Jane Goodall, yaşamını yalnızca şempanzelerin değil doğanın korunmasına da adamış bir biliminsanı. 1977 yılında, yaban hayatı ve çevreyi korumak amacıyla Washington merkezli kurduğu Jane Goodall Enstitüsü, bugün dünyanın pek çok yerinde faaliyet gösteren, sadece yaban hayat/doğa değil, özellikle Afrika’da yerel halkın kalkınması odaklı çok katmanlı ve farklı projeye öncülük ediyor. Kendisi de halen her yaştan insana yönelik yaptığı konuşmalar, konferanslar yoluyla doğanın korunması konusunda yol göstericilik yapıyor. Daha da önemlisi hitap ettiği insanlarda umudu yeşerterek onlara eyleme geçebilecek gücü aşılıyor. 

Tüm dünyada çoksatan The Book of Joy: Lasting Happiness is a Changing World / Mutluluğun Kitabı kitabının Dalai Lama ve Desmond Tutu ile birlikte yazarı Douglas Abrams, bu kez Jane Goodall ile birlikte yazdığı Umudun Kitabı’nda bu ufuk açıcı ve gerçekten umut veren çalışmaları anlatıyor. Sohbet niteliğindeki kitabın pandemi nedeniyle yazımı ve basımı gecikmiş, ancak sonunda öğreniyoruz ki pandemi bile Jane Goodall’a hız kestirtememiş -iyi ki. Daha önce de Jane Goodall’ın çocuklar için kaleme aldığı Rickie ve Henri ile Doktor White’ı ve yine çocuklara yönelik Patrick McDonnell’ın yazdığı Ben… Jane kitaplarını basan Meav Yayıncılık  bu kez yetişkinler için Şiirsel Taş’ın çevirisiyle Umudun Kitabı’nı sunuyor okuyucusuna.  

İflah olmaz, hatta neredeyse sinir bozucu bir iyimser Jane Goodall. Kitabın ilk 70 sayfası bıktırana dek umuttan söz ediyor. Daha bilge ve daha adil bir dünya için başarı hikâyelerinin anlatılmasını önemseyen Douglas Abrams’ın zaman zaman kışkırtıcı sorularına mutlaka sakin ve makul bir yanıtı var umudu canlı tutmak için. 

“Umut nedir?”

“Umut, bütün zorluklarına rağmen yola devam etmemizi sağlayan şeydir. Gerçekleşmesini arzuladığımız şeydir ama bunun için çok çalışmaya hazır olmalıyız.”

“… Yani umut için eylem gerekli, öyle mi?”

“Bütün umutların eylem gerektirdiğini sanmıyorum. Haksız yere atıldığın bir hapishane hücresindeysen eyleme geçemezsin ama yine de oradan çıkmayı umut edebilirsin.”

… 

“Peki umut bir duygu mu?”

“Hayır, bir duygu değil.”

“O halde ne?

“Hayatta kalmamızın bir yolu.” … “Aslında hayatta kalma hasleti. Evet, işte bu.”

Yıllardır ekolojik her meselenin takipçisi, destekçisi, zaman zaman anlatıcısı olmaya çalışmış ve evet umudunu hiç yitirmemiş ama yorulmuş biri olarak ne okuyorum ben, bütün bunları biliyorum zaten, daha somut ne söyleyecek beni burada kalmaya ikna edecek diye düşündüğümü de itiraf ediyorum onlar umut nedir’i konuşurken. Ama orada kalmak için çok sağlam bir nedenim vardı zaten: Jane Goodall’ın kendisi. 

Nedenlerini sıralamama çok da gerek yok hepimiz bir kırılma noktasındayız şu günlerde. Doğanın da bir kırılma noktası yok mu? Biliminsanlarının ‘altıncı büyük yok oluş’ olarak adlandırdıkları döneme girmişken ve ne olup bittiğinin farkında olan insanlar derin bir ‘ekolojik yas’ın içindeyken halen umuttan söz edebilir miyiz sorusu aklımıza takılıyor bazen, doğruya doğru. Doğanın insanın bu tahripkâr saldırısından kurtulması gerçekten mümkün mü? 

İşte bu kitabı yazmak tam da bu yüzden böylesine önemli Jane Goodall için. Çünkü dedim ya o iflah olmaz bir iyimser, yılmaz bir doğa koruyucusu ve insanların ayakta kalmak, devam edebilmek, çözüm üretebilmek gücünü canlı tutan eşsiz bir yol gösterici. “Umutla ilgili herhangi bir tartışma, doğal dünyaya verdiğimiz korkunç zararı itiraf etmediğimiz, yaşanan muazzam kayıplara şahit olan insanların hissettikleri gerçek acıya ve ıstıraba eğilmediğimiz sürece eksik kalacaktır,” diyor. Kendisinin de olan bitenlere karşı bağışık olmadığını, bazen darbe aldığını, üzüldüğünü, kızdığını ama kendini toparlamaya ve devam etmeye çalıştığını söylüyor. İnsanların pes etmedikleri için başarıyla sonuçlanan mücadele hikâyelerini duymaya ihtiyacı olduğunun altını çizerek kendisinin de tanık olduğu pek çok başarı hikâyesi anlatıyor. Çok etkili, şaşırtıcı ve kışkırtıcı, umutlu, kahramanları bazen ağaç, bazen insan, bazen hayvan olan pek çok anlatılmaya değer yaşanmışlık hikâyesi ve onları belgeleyen siyah beyaz fotoğrafla dolu kitap.

Jane Goodall’ın dört sağlam nedeni var umut için; şaşırtıcı insan aklı, doğanın kendini iyileştirme becerisi, gençlerin gücü ve yılmaz insan ruhu. Jane Goodall’ın Tanzanya’daki evinde başlayan, Hollanda’nın Utrecht kentinde bir doğa koruma alanındaki orman kulübesinde ve son olarak İngiltere’de Bournamounth’taki çocukluk evinde bitmesi planlansa da pandemi nedeniyle online devam eden sohbet bu dört temel neden etrafında koyulaşıyor.  

Herkesin aklını başına devşireceği zamanın geleceğini hiç sanmasa, her zaman günahkârların olacağını düşünse de akılla kalbini birlikte çalıştıracak, bilgece davranacak insanların dünya üzerindeki yaşama yönelik varoluşsal tehditleri ortadan kaldırabileceğine dair umudunu da yitirmiyor Jane Goodall. Bunun için dört büyük sorunu ortadan kaldırmak gerektiğini savunuyor; ilki yoksulluğu azaltmak -çünkü sefalet içinde yaşıyorsan tarım yapmak için son ağacı bile keser, sudaki son balığı bile avlarsın- ikincisi refah içinde yaşayanların yaşam tarzlarının sürdürülebilir olması -ihtiyaçtan fazlasını tüketmemek- üçüncüsü yolsuzluğun kökünü kazımak -iyi bir yönetim ve dürüst bir liderlik olmadan çevresel sorunlar çözülemez- dördüncüsü giderek artan insan nüfusu ve bu nüfusu beslemek için yetiştirilen besi hayvanlarının neden olduğu sorunlarla yüzleşmek.  

Hepsi de bildiğimiz şeyler aslında öyle değil mi? Üstelik giderek daha çok insan yüz yüze geldiği bu sorunların farkına varıyor. Ancak bu dört koskocaman sorunu çözebilmek için eyleme geçebilen insan sayısı halen çok az. Douglas Abrams da haliyle niye daha fazla insan bu konuda bir şeyler yapmaya çalışmıyor diye soruyor. 

“Çoğunlukla aptallığımızın boyutları karşısında bunalan insanlar kendilerini çaresiz hissettikleri için. Kayıtsızlığa ve karamsarlığa kapılıyor, umutlarını yitiriyor, o yüzden de hiçbir şey yapmıyorlar. Ne kadar küçük olursa olsun, her birimizin bir rolü olduğunu insanların anlamalarını sağlamalıyız. Milyonlarca küçük etik eylemin birikimli etkisi hakikaten fark yaratır.”

Jane Goodall’ın fark yaratmış biri olduğunu az çok biliyordum. Bu kitabı okuyunca onun bilmediğim pek çok ilham verici projesinden -mesela Tanzanya’da yürüttükleri Tacare programı konu ne olursa olsun resme büyük çerçeveden bakmanın önemi açısından çok çarpıcıydı- kendisi gibi yılmaz savaşçılardan ve yaptıklarından haberdar oldum ve onun nasıl bir umut elçisine dönüştüğünden… İkinci Dünya Savaşı’nın etkileri, Nazizimin uzantıları, Ruanda ve Burundi’deki soykırımlar, 11 Eylül saldırısı, yok sayılan Amerikan yerlileri, kutuplardaki İnuitler, dünyanın pek çok yerindeki mülteciler ve ormansızlaşma ve şempanzeler ve tüm yaban hayat etrafında şekillenen sorunlu dünya haline yapıcı yaklaşımlarıyla ‘yapılabileceğinin’ ve halen umut olduğunun capcanlı kanıtı kendisi. Kesinlikle peşinden gidilmesi gereken bir bilge. Doğanın bize değil bizim doğaya ihtiyacımız olduğunu ondan daha iyi anlatabilecek biri daha yok sanırım.

“Bir ekosistemi eski haline getirmek on yıl sürerse büyük bir iş başardığımızı hissederiz. Elli yıl sürerse umut etmek zorlaşır; zaman ölçeği gözümüze fazla uzun görünür ve insan evladı sabırsızdır. Fakat sonunda doğanın sebep olduğumuz tahribatla başa çıkabileceğine inanırsak, ömrümüz bunu görmeye vefa etmese bile umut etmek kolaylaşır.”

Dr. Jane Goodall bir süredir konuşmalarını “Birlikte yapabiliriz! Birlikte yapacağız!” diyerek ve dinleyicilerine bunu söylettirerek bitiriyormuş. Bu yazıyı sonlandırmak için de uygun bir son söz bence. 

Bu yazı ilk kez K24′te yayınlanmıştır.

Yazı kategorisi: mutfakta

Titiz bir şeften lezzetli bir çizgi roman

Benoit Peeters Fransa ve Belçika’da tanınan bir çizgi roman senaristi, edebiyatçı, eleştirmen. Sinema ve felsefeyle de yakından ilgili bir akademisyen. Tenten ve haliyle Hergé özel ilgi alanı ve bu konuda yazdığı bir tez ve ardından makale ve kitapları var. Pek çok dile de çevrilen polisiye türünde, alternatif çizgi roman tarihi de denebilecek Les Cités Obscures / Karanlık Şehirler’in François Schuiten ile birlikte yaratıcısı bir entelektüel. Ancak biz onunla başka bir tutkusu üzerinden tanıştık. İlk gençlik yıllarında keşfe çıktığı lezzet arayışını, yemek yapma ve yeme tutkusunu yakın çevresinin de dışına sunduğu Comme un Chef / Bir Şef Gibi çizgi romanıyla. Çizer Aurélia Aurita ile yarattıkları kitap, Peeters’in samimiyetle ‘aşçı’ kimliğine odaklandığı özyaşam öyküsü aslında. 

Kalabalık bir aileden geliyor yazar, ancak çocukluk yıllarında anne bir hastalıkla uğraşıyor baba da yoğun çalışıyor. Brüksel’de geçen bu yıllarda evde yemek kuru ve yavan; ekmek üstü atıştırmalıklar ve konserve. Yazar 17 yaşındayken Paris’e geri dönüyorlar. Lisede sosyal açıdan aynı dünyanın insanı olmadığını hızla anladığı yakın arkadaşı sayesinde farklı lezzetleri tanımaya başlıyor. Edebiyat, Roland Barthes, yeni roman, yapısalcılığın dönüşümü tartışmalarına mutfağın dönüşümü de giriveriyor. Kendini, elinde yeni mutfak kavramının öncüleri Gault & Millau’nun restoran önerileri rehberi küçük restoranlarda tat keşifleri ve çok geçmeden de evde yemek denemeleri yaparken buluyor. Doktora tezi (Hergé üzerine), okuldaki hararetli edebiyat tartışmaları, dergilere makaleler, ilk romanı Omnibus ile kariyerine erken ve iyi bir başlangıç yapıyor, ancak fonda lezzetli şaraplar ve yemekler aklını karıştırmaya devam ediyor Peeters’ın. 

1977 yazında Brüksel’de yaşayan kız arkadaşının külüstür arabasıyla çıktıkları tatilde tüm parasızlıklarına karşın dönemin meşhur restoranı Troisgros Kardeşler’de durup yemek yemeye karar verdiklerinde bir aydınlanma yaşıyor yazar. Restoranın efsanevi yemeği kuzukulaklı somon dilimin kendisinde yarattığı etkiyi Claudel’in Notre-Dame’da dine dönmesi gibi yepyeni ve ufuk açıcı bir deneyim olarak dillendiriyor. Bu aydınlanma onu daha fazla ve daha iyi yemek yapmaya yönlendiriyor, öyle ki cesaretini toplayıp hocası Roland Barthes’ı bile yemeğe davet ediyor. Nihayetinde Paris’teki akademik ortamını bırakıp Brüksel’e kız arkadaşının yanına taşınmaya ve hayata atılmaya karar veriyor. Makalelerle yeterince para kazanamadığını anladığında ise aşçılık yeteneği imdadına yetişiyor ve kutlama yemekleri için evlerde aşçılık yapmaya başlıyor. Ancak bu macera ev sahiplerinin kaprisleri, yeni lezzetlere açık olmamaları nedeniyle uzun sürmüyor. Öte yandan o sıralarda yeniden temas kurduğu çocukluk arkadaşı François Schuiten’le hem çizgi romanların büyülü dünyasına giriyor hem de Schuiten’le günümüze dek sürecek ortaklığı başlıyor.  

Bu noktadan sonra Bir Şef Gibi, Metal Hurlant, A Suivre, Conséquences gibi çizgi roman dergilerinden Vivarois, Comme Chez Soi, La Cravache d’Or, Bruneau, Apicius gibi restoranlara uzanan geniş bir entelektüel maceraya yelken açıyor. Şef Willy Slawinski’nin Gent’teki 

restoranı Apicius özel duraklardan biri. Mekân bugün görmeye alıştığımız Michelin yıldızlı restoranların öncülerinden, ancak Slawinski’nin genç yaşta ölümüyle erken bir kapanış yapıyor. Bu kayıp Roland Barthes’ın kaybı kadar derin bir iz bırakıyor Peeters’da.   

Son durak efsanevi şef Ferran Adria’nın Katalanya’daki restoranı El Bulli. Kariyerinin zirvesindeyken restoranını kapatmaya karar veren Ferran Adria’nın 28 Temmuz 2011’de gerçekleşen dillere destan kapanışına Benoit Peeters da arkadaşlarıyla birlikte gidebilme şansını yakalıyor ve kitapta o günü en ince detaylarıyla bizimle paylaşıyor. 

1970’lerden 2010’lara ayrıntılı bir dokümanter tadında Bir Şef Gibi. Sanılanın aksine yemek tarifleri içermiyor, ancak Belçika-Fransa hattında bolca menu, yeni mutfak manifestosu, kitaplar ve mekânlara dair ipuçları ve lezzetli notlarla dopdolu Aurelia Aurita, Peeters’ın önüne koyduğu belgeler ve fotoğraflardan yararlanarak dönemin atmosferini ince ince desenlemiş. Eskinin fotoromanları gibi siyah beyaz resimler, ancak elbette başroldeki yemekler hariç. Bir tek onlar rengarenk ışıldıyor. Bu seçim ayrı bir okuma keyfi katmış albüme.  

Lezzetin, mutfakta yaratıcı sentezlerin, fark yaratan minik dokunuşların peşinde sürüklüyor bizi Benoit Peeters ve Aurelia Aurita. İyi ki… Ancak tüm bu lezzetli sofraların sanatla, edebiyatla, müzikle dolup taşması kitabın gizli cazibe unsuru bence. 

Bu yazı ilk kez K24′te yayınlanmıştır.

Yazı kategorisi: Genel

Okyanus dolusu aşk, cesaret, sevgi

Aşk. Romantik, tutkulu, büyülü. Hep mi, her zaman mı? Olmadığını biliyoruz hepimiz, değil mi?

Balıkçı ile karısının aşkı romantik mi? Belki. Tutkulu mu? Olası. Büyülü, büyüleyici mi? Büyülüden ne anladığınıza bağlı. Ama balıkçıyla karısının aşkı okyanuslar kadar derin, okyanuslar kadar dalgalı, okyanuslar kadar büyük.

Okyanuslara gelince… Okyanuslar mavi-yeşil. Okyanuslar tuzlu-sulu. Okyanuslar iyot-yosun-nem-tazelik kokulu. Okyanuslar köpük köpük, neşeli, oyunlu. Okyanuslar özgürlüğün davetiyesi. Okyanuslar bereketli, doyurucu. Okyanuslar tatlı tatsız sürprizlerle dolu. Okyanuslar çılgın. Okyanuslar çalkantılı. Okyanuslar gizemli. Okyanuslar karanlık. Okyanuslar tehlikeli. Ve okyanuslar kirletilmiş, dengesizleşmiş; yine de dirençli. Macera dolu.

İşte balıkçı ile karısının aşkı da tam anlamıyla okyanuslar gibi. Neyse ki kirlenmemiş, dengesizleşmemiş, ama yine de dirençli. Her zaman değil belki ama 232 sayfa boyunca yürekleri hoplatacak maceralarla dolu.

Balıkçı ve karısı Desen Yayınları’ndan çıkan Un Océan d’amour / Aşk Denizi‘nin kahramanları. Fransız sanatçılar, Wilfrid Lupano’nun senaryosunu yazdığı, Grégory Panaccione’nin resimlendirdiği bir sessiz kitap Aşk Denizi. Şimdiye dek ‘okuduklarım’ içinde anlatım gücüyle beni en etkileyeni olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Hayatın içinden, sıradan bir yaşamdan samimi, sımsıcak, dürüst bir kesit diyebiliriz özünde anlatılana; ama işte en güçlü anlatılar tam da bu sıradanın nasıl kurguladığıyla ilgilidir ya, Aşk Denizi sessiz sözsüz ama gümbür gümbür anlatıyor aşkı da, okyanusu da, yaşamı da. Bir yanıyla gerçekçi, bir yanıyla absürd, aynı zamanda mizahi.

Balıkçı yaşlanmış, gözlüklü ve çelimsiz. Karısı iri yarı, anaç, becerikli. Kadının kıyafetiyle Breton oldukları (günümüzde Fransa sınırları içinde kalan, geçmişte Birleşik Krallık’a bağlı olan bölgede yaşayan Kelt kökenli halk) ve bir sahil kasabası olan Brittany’de yaşadıkları vurgulanıyor. Yine bir sabah gün ağarmadan karısının yaptığı krepleri yiyip elleriyle hazırladığı sardalya konservesinden oluşan kumanyasını alıp denize açılıyor balıkçı. Ancak o gün teknesi büyük bir balıkçı teknesinin ağına takılıyor. Çömezini bota bindirip geri yollarken kendisi teknesini kurtarmaya çalıştıkça daha da kötülüyor işler ve Atlantik’in açıklarına sürükleniyor. Köydeki endişeli karısı geri dönen çömezden kocasının Küba’da olabileceğini öğreniyor ve tüm itirazlara rağmen bütün birikimiyle bir yolcu gemisi bileti alıp kocasının peşine düşüyor. Balıkçı nihayet kurtarmayı başardığı teknesinde, karısı lüks ‘cruise’de okyanusun türlü çeşit hallerinde birbirlerine kavuşup evlerine dönebilmek için çabalıyor da çabalıyorlar.

Kitap tatlı bir aşk hikâyesi gibi görünse de, yaşanan onca macerayla birlikte denizlerin insanlar tarafından nasıl kirletildiğine ve deniz yaşamını nasıl olumsuz etkilediğine, sosyal medyanın tuhaf etkisine, farklı kültürlere, tanıklıklara ve tabii sevgisiz hiçbir şeyin mümkün olamayacağına da yelken açıyor. Bütün bu meseleler hiç çaktırmadan sızıyor anlatıya. Her yeriniz deniz kokusu ve tuzuyla sarmalanırken kâh gülümsüyor kâh düşüncelere kapılıyor ama hiç bekleme yapmadan sonuna ulaşıyorsunuz maceranın tüm bu detaylara sonrasında geri dönüp bakmak üzere…

Wilfrid Lupano ekolojik sorunlar ve sosyal adaletsizlikler gibi konulara duyarlı bir yazar. Özellikle de okyanuslardaki aşırı avlanma, kirlenme, balıkçıların durumu ilgi alanına giriyor. Büyükannesi Atlantik kıyısında yaşayan bir Breton. Sanıyorum krepler, sardalyalar, danteller de Bretonlara atıfta bulunan detaylar. İşte hepsi tuhaf maceralarla dolu vazgeçilmez bir aşk hikâyesine dönüşmüş Lupano’nun kaleminde. Ancak en ince detayları bile yazarken biliyormuş ki bu bir sessiz kitap olacak. Grégory Panaccione bu noktada devreye giriyor ve arka planında bir zamanlar tatil yaptığı bu sahil şeridinin yer aldığı öykü hemen çekiveriyor onu içine. Panaccione uzun yıllar hem animasyon sektöründe storyboard sanatçısı olarak çalışmış hem Lupano’nun da yayınevi olan Delcourt’ta pek çok çizgi romanı yayınlanmış. Çalışmalarında ifade biçimlerini geliştirebilmek için farklı çizim teknikleri üzerine yoğun çalışmalar yapıyor. Kitaptaki karakterlerin hem söz hem duygusunu çok net yansıtabilmesi bundan olsa gerek. Ancak tam sayfayı kaplayan okyanus çizimleri de anlatının etkisini güçlendirip çok daha çarpıcı hale getiriyor. Her iki sanatçının da Türkçede daha önce yayınlanmış birer kitapları var. Lupano’nun Hartlepool Maymunu ve Panaccione’nin Arkadaşım Toby. Aşk Denizi birlikte ilk çalışmaları ve kitabın onlara Fransa’da getirdiği ödül bir anlamda Breton halkını da onurlandırdığı için çok sevinmişler.

Evet, sözsüz bir kitap Aşk Denizi, ama girişinde İspanyol çizer Paco Rosa’nın bir önsözü var. Sessiz bir kitaba önsöz yazmanın kutsala saygısızlık etmek gibi olduğunu hemen belirtse de kendisine verilen bu görevi yerine getirmiş Rosa. Okurken bana da çok anlamlı gelmedi bu giriş açıkçası, ancak kitabı bitirdiğimde Rosa’nın sessiz sinemaya saygı niteliğindeki sözleri karşılığını buldu. Elimdeki kitap da bir çeşit sessiz sinema örneği gibiydi ne de olsa. Hoş, sessiz sinemada bile araya söz girer açıklamak için. Aşk Denizi’nin hiçbir açıklamaya ihtiyacı yok oysa. Lupano’nun sürprizlerini kaçırmamak için çok da detaylandırmadan değinmeye çalıştığım toplumsal, çevresel meselelerle ve taşralı küçük insanların yüce gönüllülükleri ve cesaretleriyle bezeli aşk hikâyesini, Panaccione illüstrasyonuyla, hiçbir detayı, dokuyu atlamayan renklendirmesiyle eksiksiz yansıtmış çünkü. Biz okuyucular için de gerçekten gözümüzü ayırmadan seyredeceğimiz bir çeşit sessiz çizgi film etkisi yaratmış.

Son olarak bu yazı için araştırma yaparken karşıma çıkan bir performansın videosunu da ekliyorum buraya sizler için. İyi okumalar…

Bu yazı ilk kez K24′te yayınlanmıştır.

Yazı kategorisi: doğa ekseninde

Bir yabancıya yakınlaşmak: Mantarların dolaşık yaşamları

Türkçede mantarın türlü halini diyeyim, tanımlamak için tek bir sözcük var, o da mantar. Ormanlık alanlarda yağmurdan sonra toprağın yüzeyinde beliren ya da marketlerde gıda olarak satılan, İngilizcede mushroom’a karşılık gelen sözcük. Bizim yine mantar olarak adlandırdığımız, genel olarak toprağın altındaki yaşam formunun İngilizcesi ise fungus. Domingo’dan çıkan Merlin Sheldrake’in bol ödüllü Saklı Dünya: Mantarlar Yaşamı, Zihnimizi ve Geleceğimizi Nasıl Değiştirir? adlı kitabının odağı da genel olarak fungus. Dolayısıyla henüz girişte, “Mantar Olmak Neye Benzer?” bölümünde, çevirmen Şiirsel Taş’ın gerekli bir notu var: “Mikroskobik mantarlardan makromantarlara, mantarlar âlemindeki bütün canlılar bilimsel terminolojide fungus, makromantarların spor üreten bölümüyse sporokarp ya da şapka olarak adlandırılır. Çeviride okuma kolaylığı sağlamak için fungus yerine mantar demeyi tercih ettik. Mantarın meyvesi olarak nitelendirilen mushroom içinse yerine göre şapka, şapkalı mantar ya da sporokarp sözcüklerini kullandık.” Açıkçası bu notun Türkiye’de mantar konusuna ilgimizi belirler nitelikte olması açısından da dikkat çekici olduğunu düşünüyorum, ama tabii bu şu ânın konusu değil.

Öte yandan dünyada da henüz hiçbir üniversitede mikoloji bölümü yok. Mikologlar biyoloji bölümüne girip bir alt dal olarak mikolojiye yöneliyorlar. 1960’lardan itibaren yoğunlaşan amatör ‘mikologların’ çalışmaları sayesinde mikolojinin popülerleştiğini akademisyenler dahi kabul ediyor. Kitabın yazarı Merlin Sheldrake de bir biyolog. Mantarlara ilgisi fermantasyona ilgisiyle koşut ilerliyor, Panama yağmur ormanlarında yeraltı mantar ağları üzerine yaptığı çalışmalarla derinleşiyor ve bu kitabın yazımına dek evriliyor.

Mantarlar Yaşamı, Zihnimizi ve Geleceğimizi Nasıl Değiştirir? Merlin Sheldrake’in peşine düştüğü ve yanıtlarını bulmaya çalıştığı soru bu. Ama tabii kitap sadece bu soruyla sınırlı kalmıyor. Giriş ve sonsözle birlikte on bölümde sorular ve yanıtları çoğalıyor, derinleşiyor, ilginçleşiyor. O halde yavaştan girelim şu gizemli mantarların dünyasına…

“Mantar deyince ilk akla gelen şapkalı mantarlardır. (…) Şapkalı mantar, mantarın gözle görülür, tesirli, makbul, lezzetli ve zehirli bölümüdür. Şapka mantarların spor saçmak için başvurduğu yollardan sadece biridir. (…) Mantarların çoğu birçok hücreden oluşan, hif dediğimiz incecik tüp şeklinde yapılar meydana getirir; hifler de dallanarak, birleşerek ve birbirine dolanarak miselyum adı verilen telkâri benzeri karmakarışık bir ağ meydana getirir. Miselyum en sık rastlanan mantar davranışlarından birini tanımlar; miselyumu bir şey olarak değil, bir süreç, çevresini araştırarak, belli bir düzen takip etmeksizin ilerleyen bir eğilim olarak düşünmek daha doğrudur. (…) Şapkalı mantar yapısı hiflerin bir araya gelmesiyle oluşur. Bu organlar spor yaymak dışında başka pek çok iş görebilir.”

Hem de ne çok iş! Mantar toprak altındaki yaşamın en etkin iletişimcisi, dönüştürücüsü, besin ve yaşam kaynağı. Bitkiler ve hayvanlar, daha doğrusu çok hücreli tüm canlılar (ökaryotlar) için hayati önem taşıyorlar. “İyimser bakış açısıyla bu kitabı, yaşam ağacının bu ihmal edilmiş dalının bir portresi olarak düşündüm ama durum bundan daha karışık” diyor Sheldrake söze başlarken. Okudukça anlıyorsunuz ki, karışık olmanın da epey  ötesinde durum…

Trüf mantarının peşine düşerek başlıyor kitap, ama trüfün cazibesinden sıyrılıp ‘iddiasız’ görünen likenlerin dünyasına dalınca okuma hevesimin arttığını da itiraf edeyim. Benim için trüften daha ilginç bir konu çünkü. Mantar ve alg arasındaki simbiyotik (ortak-yaşamsal) birliktelik liken. Kayaları kimyasal olarak parçalayabilen ve minerallerini diğer canlılar için besin olarak serbest bırakabilen tek yaşam formu olarak ekosistemlerde önemli rol oynuyorlar. Ekstremofil, yani başka dünyalarda yaşayabilecek organizmalar olduğunu bu kitapla öğrendim. “Jeotermal kaynaklardan, aşırı sıcak hidrotermal bacalardan, Antarktika’da buzun altında bir kilometre derinden örnekler alırsanız bu zorlu koşullardan etkilenmemiş ekstremofil mikroplar bulursunuz” diyor Sheldrake. Dolayısıyla likenlerin Uluslararası Uzay İstasyonu’na (ISS) gönderilen bir tür olduğunu ya da antibiyotiklerden parfümlere, boyalardan gıdaya (bir baharat karışımı olan garam masalanın malzemelerinden biri) kullanıldığını öğrenmek de şaşırtmıyor artık beni. Belki likenleri ilgi çekici olduğu kadar ürkütücü de kılıyor, o kadar! Tabii daha önemlisi homo sapiens’in varoluşundan çok daha uzun yıllar önce mantarlar ve diğer organizmalar arasındaki ortak-yaşamın inanılmaz etkilerini okudukça ve anlamaya başladıkça nutkum tutuluyor ve tarifsiz bir hayranlık hissi sarmalıyor beni. Kitabın sonuna dek de artarak devam ediyor bu etki.

Bir mantar hayvan ya da insan zihnini ele geçirebilir mi sorusunun etrafındaki bölüm, amatör mikologların en ilgisini çeken konuya; psilosibin ya da daha anlaşılır söylemiyle sihirli mantarlara odaklanırken aynı zamanda marangoz karıncaları etkisine alabilen cordyceps’e ya da zombi mantarlarına da başrolü veriyor. Cordyceps aynı adlı oyundan esinlenerek televizyona uyarlanan The Last of Us’ın da ilham kaynağı, manipülatör bir mantar. Sihirli mantar türlerinin birçoğunun aktif içeriği olan psilobin ise insanlar için mantarların cazibe unsuru olmasının en büyük nedenlerinden. 1950’lerde Amerika’da modern psikedelik araştırmaların yoğunlaştığı LSD ve psilobin çalışmalarının çıktıları yayınlandıkça insanların bu halüsinatif etkileri olan mantar türlerine ilgisi artıyor ve bilimsel çalışmalar durdurulsa bile amatör sihirli mantar üreticileri çoğalıyor. Bu ilk meraklıların bir kısmı –Paul Stamets gibi– meselenin sihirli mantarla sınırlandırılamayacak kadar derin olduğunu keşfedince mantarın hem üretim hem kullanım alanları ve elbette amatör mikologlar artıyor.

Sıra geliyor köklere… Ama köklerden de önce mikorizal ilişkilere… Mikoriza, mantar ve bitki arasındaki simbiyotik ilişki. Bitki türlerinin yüzde doksanından fazlasının mikorizal mantarlara bağımlı olduğunu ve bu bağımlılığın istisna değil kural olduğunu söylüyor Sheldrake; “Bir bitki yediğimizde bir mikorizal ilişkinin uzantısının tadına bakarız” diyor. Epey iştah açıcı bir düşünce. İşte bu işbirliği aslında bitkinin refahını ve verimliliğini de artırdığından, Sheldrake konvansiyonel tarım yöntemlerinde kullanılan kimyasalların topraktaki yaşamı yok etmesinin yıkıcı etkilerini de es geçmiyor elbette. Oradan orman çapında ağlara uzanıyor: “Mantarı hikâyeye katmak bizi mantarın tarafından bakmaya teşvik eder. Mantarın tarafından bakabilmekse ortak mikorizal ağların kimin çıkarlarına hizmet ettiği sorusunu yanıtlamamıza yardımcı olur.”

Kitabın sonlarına yaklaştıkça mantarın tarafından bakmamak zaten mümkün değil; hikâyenin başkahramanı o. Lezzet, şifa, iyilik olduğu kadar ekolojik gereklilik, sürdürülebilir çözümler de sunuyor dünyaya. Mikologların paylaştığı her yeni bilgi mantarların etrafındaki büyüleyici aurayı güçlendirerek çekiciliklerini artırıyor. Ancak hiçbiri belli açılardan halen gizemini koruyan bu dolaşık sistemi Merlin Sheldrake’in kaleme aldığı kadar anlaşılır kılamamış sanırım. Sheldrake kendi deneyimlerini ayrıntılı biçimde aktardığı kadar günümüze dek yapılan çalışmaların –ve dahası, filmler, romanlar, şiirler ve müziklerin– neredeyse kapsamlı bir çıktısını sunuyor Saklı Dünya’da. Kitaptaki her bölüm pek çok çalışmaya referans veriyor ve bu referansların tümü ayrıntılı notlar, kaynakça ve dizin olarak da yer buluyor kitapta. Bu da kitabın değerini artırıyor.

Anlatabilmek, açıklayıp aktarabilmek çok büyük bir beceri. Her bilimci bulguları herkesin anlayabileceği şekilde aktaramıyor. Merlin Sheldrake kesinlikle bu beceriye sahip. Herkesin anlayabileceği bir bilim kitabı yazmanın ötesine geçip bu anlatıyı neredeyse edebi bir düzeye taşıyor üslubuyla. Metaforlar, alıntılar kullanıyor. Örneğin Kanada’da Britanya Kolombiyası’nda gözlemlediği likenler için, “Kimileri leke gibi görünür, kimileri minik çalılara, bazılarıysa geyik boynuzuna benzer. Bazıları yarasa kanadını andırırcasına sarkık bir deri gibi görünür, bazıları şair Brenda Hillman’ın yazdığı gibi, ‘hashtag’ işaretleri halinde asılı durur” tanımlamasını kullanıyor ve şöyle devam ediyor: “Bir yere bağlı olmayan likenler belli bir şeyin üstünde yaşamaktansa etrafta serseri mayın gibi dolanır. Kaliforniya Üniversitesi herbaryumunun likenler küratörü Kerry Knudsen’in söylediği gibi, likenler çevrelerindeki ‘yalın öykü’ye karşılık ‘peri masalı’ gibi görünür.” Ya da köklere odaklandığı bölümde mantarlarla bitkilerin simbiyoz ilişkisini şöyle anlatıyor: “Mantarlar yaban hayatının eli çabuk devriyeleridir; toplama işini bitkilerin yapamayacağı şekilde hallediverirler. (…) Aralarındaki ortaklık sayesinde bitkiler bir protez mantar kazanırlar, mantarlar da bir protez bitki.” Bazen de aynı zamanda müzisyen olduğunu ele veren ifadeler kullanarak, mantarlar ve alglerin simbiyoz ilişkisini ‘bir metabolik şarkıyı birlikte söyleyebilmek’ ya da holobiyomu (farklı organizmaların bir araya gelip tek birim gibi davranabildikleri yapı) ‘bir caz grubu gibi muhteşem bir performans sergilemek’ şeklinde aktarıyor. Haliyle bilimsel bir kitap gülümseten, doyurucu, rahat bir okuma olarak okuyucuya yansıyor.

Mikrobiyal ekoloji profesörü Lynne Boddy, yaşamın en eski labirentlerinden birinin girişinde durduğumuzu söylemiş kitapta. Anlaşılan öyle. Ancak benim gibi ekolojik meselelere, doğanın işleyişine kafa yoran biri için kitabın ufuk açıcı olduğunu söyleyebilirim. Hiç ilgisiz bile olsanız yeryüzüne bakış açınızı kökten değiştirebileceğini de…

Bu yazı ilk kez K24‘te yayınlanmıştır.

Yazı kategorisi: ortaya karışık

Aşkı sarmalayan tabuları kırabilmek üzerine…

Fabien Toulmé basit çizim tekniğine kontrast oluşturan keskin konuları ele alış tarzıyla çizgi roman dünyasında kendine has yer edinmiş bir çizer ve hikâye anlatıcısı. Kariyerine geç başladığı halde, henüz ilk çizgi romanı, otobiyografik bir öykü olan C’e nest pa toi que j’attendais / Beklediğim Sen Değildin ile dikkatleri üzerine çekmeyi başardı. Ardından gelen tüm işleri de okuyucu tarafından beğenildi. Çünkü insanların gündelik yaşamları, aralarındaki ilişkiler ve bu ilişkilerin nasıl dönüştüğü, neleri etkilediği gibi herkesin yaşamına değen bugünün gerçeklerini sıcak çizimleriyle anlatıyor. Ancak çok okunmasının asıl nedeni bu gerçek yaşamların içerisinde söze dökülmeyen, üzerine konuşulmayanları da anlatabilme cesareti. İlk kitabında Down sendromlu bir çocuğun babası olma gerçeğiyle yüzleşmesi; üzerine çok konuşulan üçlemesi L’Odyssée d’Hakim / Hakim’in Yolculuğu‘nda mülteci olmanın bir seçim değil, bir insanlık gerçeği olduğunu tarafsız, çıplak bir gözle aktarabilmesi; şimdi son kitabı Suzette ou le Grand Amour / Büyük Aşk‘ta aşkın yaşı yoktur meselesine kadın gözünden ve olabildiğince katmanlı yaklaşabilmesi gibi. Bu konuyla ilgili bir röportajda kendisine yöneltilen, “Okurların sadece etkileyici hikâyeler yazdığınızı düşünmelerinden korkmadınız mı?” sorusuna verdiği yanıtta, “Hüzünle aydınlığı karıştırmayı, ironiyi severim ve her zaman hayattan bir adım geride durmaya çalışırım. Bir cenazede şaka yapabilirim… Ânı etkisiz hale getirmenin bir yolu bu” diyor.

Desen Yayınları’ndan son çıkan kitabı Büyük Aşk’ta bir cenazede belki de söylenmemesi gereken bir sözün peşinden başlayan hikâye Fabien Toulmé okurlarını yine yanıltmıyor. Bernard’ın cenazesiyle başlıyor roman. Suzette yaklaşık 60 yıldır evli kaldığı kocasının ardından torunu Noémie ve onun erkek arkadaşı Hugo’ya, “Üzülemiyorum bile” diyor cenazede. Dedesini ve anneannesini çok seven Noémie bu söze takılıyor ve anneannesinin neden öyle söylediğini kurcalamaya başlıyor. İdeal çift olarak gördüğü dedesiyle anneannesinin çok da mutlu bir evlilikleri olmadığını, ikisinin bir aşk evliliği yapmadığını, buna rağmen bir ömrü birlikte geçirdiklerini öğreniyor. Erkek arkadaşıyla henüz birlikte yaşamaya başlayan, haliyle bir yaşamı paylaşmanın inceliklerini de yeni yeni keşfeden Noémie için bu bilgi sarsıcı oluyor ve anneannesini mutlu etmek için bir şey yapmak istiyor. Mutlaka birine âşık olmuştur diye düşünüyor ve haksız çıkmıyor. Suzette biraz da çekinerek torununa evlenmeden önce au pair’lik için gittiği İtalya’da âşık olduğu Francesco’dan söz ediyor. Noémie ve Hugo sıkı bir internet araştırmasıyla Portofino’da yaşayan olası iki Francesco buluyorlar ve anneanneyi yaşadıkları Bourdeaux’den Portofino’ya araçla yolculuğa ikna ediyorlar. Ancak Hugo son dakikada gelemeyince anneanne ile torun, farklı kuşaklardan iki kadın, aşk, hayat, gelenekler, ilişkiler, yaşam biçimleri üzerine bol paylaşımlı yolculuklarına başlıyorlar.

Fabien Toulmé aşka odaklandığı kitabında okuyucusunu biraz ters köşeye yatırarak Suzette’in yaşında nasıl olabileceğini anlatıyor yumuşak, çekingen, tatlı tatlı. Suzette ve komşusu Simone üzerinden yaşlılıkta flört, ilişkiler ve yalnızlığa dair anekdotlar aracılığıyla okuyucunun bu durumla empati kurabilmesine aracı oluyor. Öte yandan kendi ayakları üzerinde duran, ne istediğini bilen, cinsiyet eşitliğini savunan, çağdaş, net, keskin genç bir kadın olan Noémie de âşık. Ama onun ilişkiye yaklaşımı, beklentileri elbette Suzette’inkinden çok farklı. Öğrenciliği geride bırakıp çalışmaya başlamış Noémie ile psikoloji okuyan Hugo’nun yaşamı aynı çatı altında kurmaya çalışırken yaşadıklarını, kendi açılarından –ve zaman zaman psikolojik analizlerle– özgürce yorumlama, tartışma halleri günümüzde aşk, ilişkiler ve evlilik kavramlarına gençlerin perspektifinden bakabilmemiz için olanak yaratıyor. Bazen iki kadın, bazen bir kadın bir erkek arasında geçen, toplumun kadına ve erkeğe yüklediği rolleri ve seksi nasıl deneyimlediğine dair derin, düşündürücü sohbetler okuyucuyu da kendi deneyimleri üzerinden bağ kurmaya, düşünmeye yönlendiriyor. Bugün de toplumun cinsel ilişkilerde, evliliklerde kadına biçtiği rol geçmiştekinden çok farklı değil ve elbette konuşulması da tabu. İşte Fabien Toulmé her zaman yaptığı gibi konuşulmak istenmeyen bir konuyu daha, cinsiyet eşitliğini ve her yaşta özgürce aşkı sakınmadan ve samimiyetle dillendiriyor. Biri yaş almış, diğeri genç iki kadın üzerinden aşk, ilişkiler, evlilik, seks konularında bir erkek olarak kadın perspektifini olabildiğince objektif aktarabildiğini de söylemeliyim.

Ve tabii söz konusu aşksa romantizm olmazsa olmaz. Bu kitap da tüm cesur diyaloglarına ve çarpıcı gerçekliğine karşın romantizme sıkı sıkıya sarılıyor. Deniz, müzik, dans, hep birlikte yenen leziz yemekler, içilen şaraplar, hazırlanan buketler ve yolculuklarla dolu esprili, incelikli ve duyarlı bir çizgi roman. Evet, suskun kaldığımız önemli konuların altını çizerek düşünmeye davet ediyor bizi ama tatlı bir tebessüm de bırakıyor geride.

Fabien Toulmé kahramanları alışık olduğumuz gibi fazla ayrıntıya girmeyen, basit çizimlerle canlandırırken, Suzette’in anılarına döndüğü geçmişle şimdiki Portofino’yu, genel olarak mekânları, sokakları, yolları yine capcanlı resmetmiş. Mavi her zamanki gibi başrolde, ama bu kez bir yaz yolculuğuna yakışır şekilde sarı ve turuncu tonları da kullanmış. Ben okurken zamanın ruhunu daha iyi hissedebilmek için dipnot olarak belirtilmiş, âna eşlik eden şarkıları Spotify’dan bulup dinledim, size de öneririm.

Son sözü yazarına/çizerine bırakıyorum: “Beni ilgilendiren, beni heyecanlandıran hayatın yolları. Olabildiğince insan kalarak farklı yolculukları, farklı yaşamları anlatmak. Projelerimin kalbinin insan hikâyesini anlatmak olduğunu düşünüyorum. Eminim tüm hikâyeler ilgi çekicidir. Heyecan verici olması için belirli şeyler söylemeye gerek yok. Hepimizin hem çok özel hem de çok evrensel hikâyeleri var. Anlattığım insanların hikâyelerinde beni ilgilendiren de bu.”

Bu yazı ilk kez K24te yayınlanmıştır.

Yazı kategorisi: çocuk/gençlik edebiyatı

Sıradışı, derin, gizemli, mizahi romanların yazarı

Derin yetenekli Rico ile 2013 yılında tanıştım ve tanıştığım ilk andan itibaren ona bayıldım. Derin yetenekliydi çünkü ve bu çok olağanüstü bir şeydi. Kendi tanımıyla derin yetenekli olmak şu demekti: “Çok şey düşünebiliyorum ama bu, diğer insanlara kıyasla biraz daha uzun sürüyor. Sorun beynimde değil, beynim gayet normal büyüklükte. Fakat bazen bazı şeyler kafamdan dışarı düşüyor ve ne yazık ki neyin nereden düşeceğini önceden kestiremiyorum. Ayrıca bir şey anlatırken konuya tam dikkatimi veremeyebiliyorum. Bazen ipin ucunu kaçırıyorum. O ipin bir ucu var mı yok mu, yoksa yalnızca ben mi öyle sanıyorum, çoğunlukla bundan bile emin olamıyorum, zaten asıl sorun da bu.”

Rico’nun kafasının içindeki her şey birbirine karışıyor, aynı bingo silindirindeki toplar gibi. Bilmediği pek çok sözcük var ve ‘daha akıllı olmak için’ ansiklopediye bakıp anlamlarını post-it’lere yazıp sağa sola yapıştırıyor, öğretmeninin önerisiyle bir günlük tutuyor, söylenenleri aklında tutmakta, mecaz kullanımları algılamakta güçlük çekiyor, küçük ve ilginç detaylar dikkatini çekiyor, sağını solunu karıştırıyor, gideceği yeri bulmak için her zaman kerterizlere ihtiyacı var, yoksa kayboluyor. Annesiyle birlikte Dieffenbachstrasse’deki 93 numaralı apartmanda yaşıyor. Annesi bir gece kulübünde çalıştığı için geceleri evde olmuyor, gündüzleri geç saatlere dek uyuyor. Yaptığı en güzel şey, annesiyle birlikte haftada bir bingo oynamak için yaşlılar kulübüne gitmek. Annesi ve komşuları dışında hiç arkadaşı yok ve bazılarının ‘kafadan eksik’ olarak tanımlamasına rağmen basbayağı başının çaresine bakabiliyor.

Bir de üstün yetenekli Oscar var. Kendi durumunu şöyle tanımlıyor: “Bir sürü tuhaf şey biliyorum, kurgulayabiliyorum ve mükemmel hesap yapıyorum, ama kaskım olmadan sokağa çıkmıyorum. Çünkü Almanya’da her yıl yaklaşık kırk bin çocuk kaza geçiriyor. Bunların hemen hemen üçte biri kaza sırasında otomobilin ön yolcu koltuğunda oturanlardan oluşuyor. Aşağı yukarı yüzde kırkı bisikletle, yüzde yirmi beşi de yaya iken kaza geçiriyor.” 

Oskar ayın dünyadan uzaklığını şıp diye hesaplayabilme üstün yeteneğine sahip olsa da kaygıları yüksek. Kendisiyle çok ilgilenmeyen babasıyla bir başka apartmanda yaşıyor. Rico’dan birkaç yaş küçük, ufak tefek ve yalnız. 

Rico mu Oscar mı diye sorsanız tereddütsüz Rico derim. Ancak bu iki ‘yetenekli’ yalnızın kaldırımda öylece duran bir makarna ile başlayan arkadaşlığını hiçbir şeye değiştiremeyeceğim için birini diğerinden çok da ayıramıyorum aslında.

Almanya’da 2008 yılında yayımlanan ve ertesi yıl Alman Gençlik Edebiyatı En iyi Kitap Ödülü’nü alan Rico, Oscar Und Die Tieferschatten bizim yaşamımıza 2013 yılında Rico, Oscar ve Derin Gölgeler adıyla girdiğinden beri bu ikilinin hayranıyım. Dolayısıyla yazarı Andreas Steinhöfel’in.

Andreas Steinhöfel şu anda Almanya’daki en popüler çocuk kitabı yazarlarından biri. Kitapları birçok okulda standart literatürün bir parçası. 2013’te tüm çalışmaları için Alman Gençlik Edebiyatı Ödülü’nün özel ödülüne layık görüldü, 2017’de James Krüss Ödülü’nü aldı. Ayrıca ALMA ve Hans Christian Andersen Ödülü’ne aday gösterildi. Alman Dil ve Şiir Akademisi’ne üye olan ilk çocuk ve gençlik kitabı yazarı. Yazarlığın yanı sıra çevirmenlik ve eleştirmenlik yapıyor. Aslında yönetmen olmak istiyormuş, ancak film endüstrisiyle ilişkisine senaryo yazarı olarak devam ediyor ve 2015 yılından bu yana kendi film şirketi olan Sad Origami‘de çocuk filmleri yapımcılığı yapıyor. Onun sinema sektöründeki üretkenliğinden bağımsız olarak Rico ve Oscar’ın maceraları yönetmen Neele Leana Vollmar tarafından sinemaya uyarlandı ve çok sevildi. Türkçe’de yayınlanmayan, çok satan gençlik kitabı Die Mitte Der Welt de Jacop M.Erwa tarafından sinemaya uyarlandı.

Battenberg doğumlu, ancak liseden sonra Berlin’e yerleşmiş. 20 yıl yaşadığı Berlin’de kendini hep ahmak bir taşralı olarak görmüş ve doğduğu yerin doğa manzarasına hasret kalmış. Kitap kahramanları da kendisi gibi Berlin-Battenberg hattında yaşıyor. Berlin’de birçok Rico hayranı onun üstün dedektiflik becerilerini taklit edercesine Dieffenbachstrasse 93’teki evini bulmaya çalışıyor. Oysa Dieffenbachstrasse 93 gerçekte yok, cadde 81’de bitiyor. Steinhöfel de 72 numarada oturuyormuş bir zamanlar. Rico’nun izini sürerken kapı zilinden yazarı bulan hayranlar onunla konuşmak istiyormuş. Steinhöfel beş kat inip çıksa da bunu inanılmaz bir iltifat olarak kabul etmiş her zaman. Artık özlediği doğaya kavuştuğu kırsal Hesse’de yaşıyor ve bazen küçük gruplar ön kapıda durup kitaplarını imzalamasını istediklerinde onları kırmıyor.  

Kariyerini bu şekilde özetleyebiliriz Andreas Steinhöfel’in. Ancak yazarlığı bundan çok daha fazlasını hak ediyor elbet. Yazar olacağım diye çıkmamış yola. Marburg Üniversitesi’nde İngiliz edebiyatı, Amerikan Kültürü ve Edebiyatı ve medya okurken abisi resimlediği bir kitap için kendisinden yardım istemiş. Pedagojik bir saçmalık olarak nitelendirdiği bu kitabı okuyunca ben daha iyisini yaparım demiş ve kaleme aldığı kısa bir öyküyü halen çalışmaya devam ettiği Carlsen Yayınevi’ne göndermiş. Yayınevi öyküyü çok beğenmiş ve bu öykü ilk kitabı Dirk und Ich / Sıkı Arkadaşlar ve Spagetti Canavarı’na evrilmiş -biz de tüm kitapları Tudem tarafından yayınlandı. Bir nevi abisiyle çocukluk maceralarını anlattığı ilk kitabın gördüğü ilgi ve erken gelen ödüllerle yazmaya devam etmiş -iyi ki…

Ayrıksı bir yazar olduğunu düşünüyorum Steinhöfel’in. Yirmi yılı aşkın bir süredir çoğunlukla diğerlerinden farklı olan çocuklara ve gençlere odaklanıyor; diğerleri kadar zeki olmayan, yaşlıları da seven, uyumsuz, kaotik, yalnız çocuklar ve gençlere. Çocuk edebiyatında pek de alışık olmadığımız aile yapıları, yetişkin halleri, diyaloglar, toplumun dışladığı karakterler ve şaşırtıcı bir şekilde, durumlarıyla iyi başa çıkan ve sorun çözmekte gittikçe güçlenen kahramanlar etrafında örüyor kurgularını. Üstelik toplumu suçlayan kasvetli bir ton yerine durumu olduğu gibi gösteren, yargılamayan, samimi, eğlenceli bir üslupla yapıyor bunu. Haliyle romanları gülümsetiyor, daha da önemlisi kahramanlarıyla empati kurdurtuyor. 

Rico ve Oscar, Felix Winter ya da Anders (Farklı), Paul Vier ve Shröder’lar (Çat Kapı) ya da henüz tanışmadığımız Phil (Die Mitte der Welt). Hepsi de toplumun yanyana durmakta, olduğu gibi kabul etmekte zorlandığı karakterler. “Kitaplarımda anlattığım şey bükülemeyen çocuklar. İlginç bir şekilde -yakından bakarsanız- kendisine derin yetenekli diyen Rico, kitapta hiç bahsedilmese bile ADD (Dikkat Eksikliği Bozukluğu)’li bir çocuk, Felix’in ya da daha doğrusu Anders’ın beyin hasarı var. Bu, bir çocuk olarak, ancak temelde bir mazeretiniz varsa, yani bir hastalığınız varsa başa çıkabileceğiniz bir şey. Tüm şakanın arkasında derin bir ciddiyet var… Uzun yıllar beni mutlu eden ve yazmaya devam etmem için teşvik eden şey, çocuklardan aldığım mektuplardaki tepkiler oldu. Sonunda benim gibi düşünen ve hisseden biri diye yazdı çoğu. Küçük ve yanlış anlaşılmış hissetmek, çevrenizle entelektüel olarak başa çıkamamak, birçok insan hayata karşı bu tutumu bilir. Benim için edebiyatın görevlerinden biri de bu; okurlara yalnız olmadıklarını anlatmak.”

Andreas Steinhöfel dil ile oynamayı, dilin kalıplarını zorlamayı da seviyor çocuk ve gençlik edebiyatında alışık olduğumuz durumdan farklı olarak. Genellikle konuşur gibi, daha basit ve kısa cümlelerle akar çocuk kitapları. Beş kitaplık Rico ve Oscar’ın maceralarında -Rico’nun eşsiz sözlüğünü bir tarafa koyarsak- bu biraz daha böyle ya da Çat Kapı’da. Ancak Farklı’da dilin, anlatımın daha karmaşıklaştığını, cümlelerin uzadığını görüyoruz. Çünkü Farklı’nın psikolojisi çok karmaşık, derin düşünceleri, analizleri var karşılaştığı her kişi ve durum için, kendisi için. Gerçeküstü, hatta biraz masalsı, psikolojik etkileri yoğun bir çocukluktan ilk gençliğe geçiş kitabı. Bunu kalıplaştığı üzere basit cümlelerle anlatmak zor. İşte bu noktada yazar çocuktur anlamaz ya da zorlanır diye düşünmüyor, tam tersi okuyucusunu zorlamayı, kendi yazma serüvenine davet etmeyi istiyor. “Arada bir kitap okuyan çocuklar için işlevsel edebiyat yazmıyorum. Kulağa acımasızca geliyor ama durum bu, okuyan çocuklar için yazıyorum. Bir çocuğun ‘ben sadece eğlenmek istiyorum’ demesi sorun değil. Ama çocuğun da metni kazıma, altındakini fark etme fırsatına sahip olması gerekir. Sanat budur, edebiyat budur ve yazmayı eğlenceli yapan da bu, başka her şey sıkıcı olurdu,” diyor yazar. Hiç okumadıysanız biraz acımasızca gelebilir, ancak çocuk edebiyatından söz ediyorsak Steinhöfel’i özel kılan, yarattığı karakterlerin benzersizliği kadar biraz da bu yaklaşımı bana göre. Çocuğu, genci gerçek bir okuyucu yerine koyup, ciddiye aldığını gösteriyor çünkü. Basıldığı her dilde kitaplarının gördüğü ilgiye bakılırsa okuyucusu bu durumdan şikayetçi değil! 

Rico ve Oscar ile başladım, onlarla bitireyim, çünkü beşinci kitapla veda ediyoruz onlara. Yazar için de kolay olmamış onlara veda etmek, çünkü ikili yazarın kişiliğinin kısmi yönlerini, mizah anlayışını yansıtabildiği karakterlermiş. Dolayısıyla zahmetsiz bir yazım serüveniymiş. Bu mutluluğu başka hiçbir kitapta yaşamadığını da söylüyor. Ancak kendisini kopyalamadan bu formda yazamayacağını düşündüğünden son noktayı koymaya karar vermiş. Devasa Bir Hata’nın son sayfasında Rico ve Oskar gün batımına doğru yürüyor. Bu kitabı, başka kitaplarını da resmeden, ancak elbette Rico ve Oscar’a bir nevi can veren Peter Schössow’a adamış yazar. Sokakta küçük bir çocukla yürüyen serseri Charlie Chaplin’den esinlenmiş bu son sahneyi çizerken Peter Schössow. Harika bir bitiş çizgisi. 

Bakalım bundan sonra ‘genelde turuncu beyaz çizgileri olan rüzgâr tulumu’ yönünü hangi maceralara çevirecek Andreas Steinhöfel’in… 

Bu yazı ilk kez K24′te yayınlanmıştır.

Yazı kategorisi: doğa ekseninde

Kutsal Ot’un izinde…

Benim kuşağımın değişmez bir ritüeli vardı küçükken. Her Pazar sabahı TRT ekranlarından kovboy filmleri izlemek. Öyle uzun sürdü ki bu ritüel uzunca bir süre ‘vahşi batı’nın etkisinde kaldık. Dünyanın farklı yerlerinden büyük umutlarla gelip bu uçsuz bucaksız toprakları ehlileştirerek kendilerine yeni bir yuva kurmaya çalışan ‘beyaz adam’ların vahşi Kızılderililerle savaşı anlatılırdı bu filmlerde. O çorak topraklar hakkında hiçbir şey bilmeyen, John Wayne’in karizmasına, sinemanın büyüsüne kapılmış gözümüzü ekrandan ayırmadan her Pazar ritüelimizi yerine getirirken kim kimin yuvasını bozuyor aslında sorusu biz çocukların aklına düşmezdi hiç -belli ki büyüklerimizin de düşmemiş. Özgürlükler ülkesi, silahını çekmekte tereddüt etmeyen kahraman kovboylarca inşa edilmiş ve Kızılderililer en hafifinden ifadeyle gözü dönmüş vahşilermiş. Amerikalılar ve dünyanın herhangi bir yerinde bu filmler yoluyla anlatılan hikâyeye koşulsuz teslim olan küçük Amerikalılar, yani bizler için durum buydu. Dünyanın her yerindeki bazı insanlar için hâlâ öyle olduğundan eminim. Ama bazılarımız soru sormayı ve verilen yanıtları sorgulamayı öğrendik neyse ki…

Şimdi nereden çıktı bu kovboy Kızılderili meselesi derseniz, sindire sindire okuduğum Robin Wall Kimmerer’in Mundi Yayınları’nca Türkçesi yayınlanan -çeviri Ayşe Başçı- kitabı Bitkilerin Ruhu: Modern Bilimden Kadim Bilgiye Şifa’dan diyeceğim, zira kitabın yazarı Kızılderili halklarından biri olan Potawatomi bireyi. Ve köklü gelenekleriyle bilimsel verileri yaşamında doğallıkla bir araya getirebilmeyi başarmış, atalarından edindiği sorumluluk ve paylaşma bilinciyle deneyimlerini öğrencileri ve meslektaşlarına aktarmanın yanı sıra yazmayı tercih etmiş bir biliminsanı; bir çevre bilimci, botanikçi ve anne.

Kızılderililere göre başlangıçta Gökdünya varmış. Gökkadın tıpkı bir akçaağaç tohumu gibi düşmüş gökten. Uzun süren düşüşünü Gökdünya’dan süzülen ışık sütunu aydınlatırken aşağıdaki sayısız göz onu izlemiş. Kazlar düşüşünü yavaşlatmak için kanatlarıyla destek verip onu suyun üzerinde tutmuşlar. Dalgıçkuşları, susamurları, kunduzlar, türlü çeşit balık çevrelemiş etraflarını ve sonunda kocaman bir kaplumbağa onu kabuğuna almış. Hayvanlar çok geçmeden Gökkadın’ın yaşaması için toprağa ihtiyacı olduğunu anlamış. Tek tek suyun dibindeki çamuru ona ulaştırmayı denemişler. Sonunda misksıçanı hayatını kaybederek başarmış bunu. Gökkadın kaplumbağanın kabuğunu kaplamış çamurla. Ayaklarını toprağa basarak dans etmeye ve şarkı söylemeye başlamış. O dans ettikçe toprak büyümüş büyümüş. Elinde getirdiği Hayat Ağacı’nın dalları, tohumları, yemişlerini serpmiş toprağa ve yuva bellenen Kaplumbağa Adası, dünya yaratılmış. 

Kızılderili bilgeler Kolomb’dan beri kıtaya ayak basanların davranışlarını anlamaya çalışırken, “Sorun bu yeni insanların iki ayağının da kıyıda olmaması. Bir ayakları hâlâ teknede. Burada kalıp kalmayacaklarını bilmiyorlar” diyorlarmış. Bazı çağdaş akademisyenler de aynı gözlemi paylaşıp, toplumsal patolojilerin, dinmek bilmeyen materyalist kültürün temelinde yurtsuzluk, köksüz bir geçmiş olduğunu düşünüyorlarmış. Göçmen bir ulus olan Amerikalılar burada kalıcı olduklarını bilerek yaşamayı öğrenebilecek, buranın yerlisi olabilecekler mi diye soruyor Robin Wall Kimmerer ve hemen arkasından ekliyor; nihayet yuvaları olarak bellediklerinde ne olur? 

Gökkadın ve daha sonra yaratılan ilk insan -Nanabozho- da tıpkı Amerikan halkı gibi göçmenmiş. Ancak Kızılderililerin inanışına göre Nanabozho’nun görevi dünyayı kontrol altına almak ya da değiştirmek değil, insan olmanın yolunu ondan öğrenmekmiş. Bunu da ablaları ve ağabeylerinden, yani hayvanlar ve bitkilerin rehberliğinden öğrenmiş. Abla ve ağabeyleri ona hayatta kalabilmek için üretmesi gerektiği konusunda da ilham vermişler. Ve zamanın döngüselliği gereği bilim ve teknoloji de Nanabozho’nun yöntemini benimseyip tasarım modellerini doğaya bakarak geliştirmeyi, topraktaki bilgiye saygı duyarak ve bu bilginin sahiplerini koruyarak buraların yerlisi olmayı benimsemiş.  

Robin Wall Kimmerer, beş bölümden oluşan uzun anlatısında (421 sayfa) Kızılderililerin Toprak Ana’yla gıpta edici uyumunu inanılmaz örneklemeler, metaforlar ile bilge bir ninenin sakinliğinde anlatıyor. Yerlileşemediğini düşündüğü Amerikan halkı ile kendi halkları arasındaki kültürel farkları zaman zaman sert ifadelerle, örneklerle gözler önüne seriyor. “Yerlileşmek, bizi bu toprağın beslediğini, bu derelerden su içtiğimizi, bedenimizi ve ruhumuzu bunların oluşturduğunu düşünerek yaşamak, sorumluluklarımızı burada yerine getirmek, çocuklarımızın geleceğinin önemli olduğunu, hayatımızın ve tüm sevdiklerimizin hayatının toprağa bağlı olduğunu bilerek ona özen göstermenin bilinciyle yaşamak,” diyor.   

Kitapta sadece Potawatomilerin değil diğer Kızılderili halkların yüzyıllardır süregelen geleneklerinden anlatılar çoğaldıkça çoğalıyor. Konuyla ilgilenen biri değilseniz, ki ben değildim, Kızılderililerin yaşam felsefeleri hakkındaki bilgilerinizin yüzeysel olduğunu sanıyorum. Evet tamam, artık çocukluğumuzun filmlerindeki gibi bir yerden bakmıyoruz meseleye, ama gündelik hayatımızın içinde sık sık karşımıza çıkan öğretiler de değil bunlar -ya da öyle sanıyoruz. Kitabı okumaya başladığımda biraz hazırlıksız yakalandım o yüzden. Alt başlık biraz kafamı karıştırsa da beklentim ekolojik yöntemler ve bitkilerin gizemli yaşamlarıyla dolu bilimsel bir kitaptı çünkü. Derken Kutsal Otun Ekimi’yle birlikte kendimi Kızılderili geleneklerinin içine düşmüş buldum. Kızılderili hikâyelerine göre toprakta ilk yeşeren bitki wiingaashk, yani Kutsal Ot. Vanilyamsı kokusunu bir kez içinize çekince unuttuğunuzun bile farkında olmadığınız şeyleri anımsatan hem şifa hem ruh akrabalığı açısından maddi manevi değeri olan bu güçlü ayin bitkisi kitabın ana kahramanı. 

Tam burada, kitabın ana karakterinden söz ederken, sona sakladığım bir eleştiriyi aktarmam daha doğru olacak sanırım. Eleştirim kitabın adının çevirisiyle ilgili. Orijinal adı Braiding Sweetgrass: Indigenous Wisdom, Scientific Knowledge and the Teaching of Plants. Sweetgrass kahramanımız Kutsal Ot, bilimsel adıyla Hierochloe odorata. Türkçede şekerotu diye geçiyor aslında ama stevia ile karıştırılmasın diye kitapta Kutsal Ot olarak kullanılmış. Kızılderililer Toprak Ana’nın saçları olarak kabul ettikleri Kutsal Ot demetlerini saç örgüsü yapıp evlerine asıyor, birbirlerine hediye ediyor, aynı ottan sepet örüyorlar. Kitabın orijinal adı da Kutsal Ot Örgüsü. Hatta orijinal baskısında kapak görseli olarak bu örgü kullanılmış. Bütün omurgayı taşıdığı halde, Kutsal Ot bizim coğrafyamızda az bulunduğundan mıdır, bilinmediğinden midir çeviride bitkilerin ruhu tercih edilmiş. Alt başlıktan devam edersek; Yerli Bilgelik, Bilimsel Bilgi ve Bitkilerin Öğretisi diye çevirebiliriz. Şimdi burada bitkilerin öğretisi kısmı şifaya nasıl evrilmiş hiç anlayamadım! Modern Bilimden Kadim Bilgiye Şifa tercihi -hatta Bitkilerin Ruhu tercihi- kesinlikle yanıltıcı. Kitap kadim bilgilerle dopdolu olsa da şifaya odaklanmış bir içeriği hiç yok çünkü. Tam da orijinalinde olduğu gibi yazarın genlerine işleyen geleneksel bilginin biliminsanı kimliğiyle yanyanalığı ve bitkilerin yapısı üzerine bilimsel bilgiler içeren, ekolojik yıkımı körükleyen modern sisteme rağmen doğayla uyumlu, onun bir parçası olarak yaşamanın mümkün olduğunu anlatan derin, felsefi bir kitap. Arka kapakta da buna vurgu yapılıyor zaten; ‘gezegenimizin sesini duyurmak bizim sorumluluğumuz’ diyerek… Kitabın meselesi buyken gerek kapak tasarımı gerek başlık çevirisi hiç böyle bir algı yaratmayıp bir şifa kitabına davetiye hazırlıyor oysa. Dediğim gibi, çok yanıltıcı ve ilgisiz. Yayınevinin ikinci baskıda bu çeviri tercihini gözden geçirmesini umuyorum.

O halde gelelim şu bilimsel bilgilere, büyüleyici bitkilere… Robin Wall Kimmerer atalarının izinden yürürken, kendi kızlarıyla, komşularıyla ve öğrencileriyle olan deneyimlerinden yola çıkarak kurgulamış anlatısını. Bitkilerin çoğu halkları için yaşamsal önemi olan türler; Kutsal Ot, Akçaağaç, Dişbudak, Boylu Mazı, Yaban Çileği ve tabii Üç Kız Kardeş (Mısır, Fasulye, Kabak) ve Nilüfer ve Hasır Otu ve Likenler ve Algler, hatta Mantarlar, Somon Balıkları, Örümcekler, Ördekler, Semenderler… Morfolojilerini, üreme biçimlerini, türlerle olumlu olumsuz ilişkilerini ve daha nicesini öğrencilerine anlatır gibi anlatıyor bize. Hemen söyleyeyim çok iyi bir öğretmen. Çünkü kuru bilgiye değil, deneyimlemeye ve gözlemlemeye inanıyor. Bazen evinin bahçesinde, bazen öğrencileriyle yaptığı bilimsel keşif gezilerinde ya da onların araştırmalarında, bazen yerli halkın üretimlerinde bilgilendiriyor bizi. “Bitkiler yaşam tarzlarıyla, değişime verdikleri karşılıkla sorularınızı cevaplayabilirler; önemli olan nasıl soracağınızı bilmektir,” diyor yazar ve nasıl soracağınızı da anlatıyor. Bu kadar bilgiden söz edince anlatımın didaktik olduğu düşüncesine kapılmış olabilirsiniz; hiç değil. Her bölüm neredeyse öykü tadında. Çünkü biz sıradan insanların aksine her canlı bir birey yazar için -Kızılderililer için. Dolayısıyla insanların gündelik yaşamı nasıl bir ilişkiler yumağıysa, bazen sıradan bazen büyüleyici bazen şaşırtıcı bazen mutlu bazen hüzünlüyse bitkilerin yaşamı da öyle. 

Kendimi bildim bileli önceliğim olan doğayla uyumlu yaşamak felsefesini hem bilimsel hem geleneksel bilgiyle bu kadar güzel içiçe geçirerek anlatan bir kitapla daha karşılaşmadım diyebilirim. “Bir ayağımı bilim dünyasına diğerini de yerlilerin dünyasına koyarak ikisi arasında acemice ve tehlikeli bir şekilde sallanıp durduğum bir dönem oldu. Sonra uçmayı öğrendim. En azından denedim,” diyor yazar. “Bilim ve geleneksel bilgi farklı sorular soruyor, farklı dillerde konuşuyor olabilir, ama her ikisi de bitkilerin sesine gerçekten kulak verdiklerinde aynı noktada buluşuyorlar,” diyor. Tabii o kendi geleneklerinden yola çıkarak bunu söyleyebiliyor. İçine doğduğu kültür nedeniyle bizlerden avantajlı olduğu kesin. Tüm türleri birey kabul eden, Toprak Ana’nın sunduklarını bir hediye olarak görüp ve kendisi de her zaman ona hediyeler veren, ihtiyacından fazlasını almayan, hasadın yarısını diğer türlere bırakan, hep saygılı, tam anlamıyla doğuştan ekolojist bir gelenekten, bir kültürden. 

Kutsal Ot’u ekmeyi, ona bakmayı, hasat etmeyi ve örmeyi uzun, bilgilendirici, düşündürücü, aydınlatıcı bir şekilde deneyimletiyor yazar. Annelik meselesine kulağı tersten tutturarak olabilecek en bütüncül yerden baktırdığı çarpıcı bölümün özellikle altını çizmek istiyorum. İyi bir anne olmak çocuklarımıza dünyaya özen göstermeyi öğretmek demek yazara göre. Biz yaraladığımız halde, yaralıyken bile bizi besleyen, bizi kucaklayan, bize hayranlık ve neşe dolu anlar sunan dünyamıza özen göstermeyi öğrenen çocuklar ona zarar veremez çünkü. Ama işte dünyaya özen göstermeyi öğrenememiş çok insan var ve o insanların Kutsal Ot’u yaktığı bölüme geliyor nihayetinde kitap. “İnsanlar yarattığımız kolektif hasarın sonuçlarını biliyorlar, doğal kaynakları tüketmeye dayalı bir ekonominin bedelini biliyorlar, ama durmuyorlar. Çok üzülüyorlar, çok sessiz kalıyorlar,” diyor Robin Wall Kimmerer bu yakma/yıkma eylemini aktarırken. İnsan eliyle oluşan küresel iklim değişiminin, her yere yayılan toksik anlayışın yarattığı sonuçları ve yine halklarının çabalarını, kendi gözlem ve çözüm önerilerini dillendiriyor. Gezegenimizin sesini duyurmak dediği tam da bu; “Toprak ‘imdat’ derken ümitsizliğe yenilebilir miyiz hiç?” diye soruyor. “Islah ümitsizliğe karşı güçlü bir panzehirdir. Toprak Ana’nın bugüne dek bize cömertçe sunduğu ziyafetin tadını çıkarttık ama artık tabaklarımız boş, yemek odası darmadağın. Bulaşıklarımızı Toprak Ana’nın mutfağında yıkamaya başlamamızın vakti geldi. Bulaşık yıkamak insana angarya gibi gelir, oysa yemeğin ardından mutfağa geçen herkes bilir ki kahkahalar, keyifli sohbetler, dostluklar hep orada yaşanır. Bulaşık yıkamak da tıpkı ıslah çalışmaları gibi yeni ilişkiler kurmamızı sağlar.”

Ekolojiye yeni kafa yormaya başlayanlar okuyucuların tüm bu yolculuğu anlamlandırması ve sindirmesi zaman alacaktır.

Bu yazı ilk kez K24′te yayınlanmıştır.

Yazı kategorisi: çocuk/gençlik edebiyatı

Zamansız ve ebedi Peanuts

Ellimi devirmişken Peanuts sayesinde bir ilki gerçekleştirmem gerektiğini anladım. Kışı çok seven biri olarak geç kalmış bir ilk belki yaşamımda, ama çok büyük bir özrüm… yok cesaretsizliğim… yok yok kendime güvensizliğim var da ondan. Ayaklarımın altında benden bağımsız hareket eden bir şeyler olması bende müthiş bir endişeye, paniğe yol açıyor! Ama… Good ol’ Charlie Brown! Senin hatırına… hep başarısız, başarısız, başarısız olsan da hiç vazgeçmediğin için yapacağım; evet buzda kayacağım. Yılın ilk karı gibisi yok! Ve bu kış siz bu satırları okurken kimbilir ben buz pistinde düşüp kalkıyor olacağım. Sonra eve gelip o güzel kitaplardan birinden rastgele bir sayfa açıp -muhtemelen Hayat Dediğin Nedir, Charlie Brown?’dan- karşıma çıkan ilk bantı okuyarak içimi ısıtacağım… 

13 Şubat 2000 Pazar sabahı, gazete okurları, elli yıl boyunca Charlie Brown, Snoopy ve Peanuts’ın geri kalan kahramanlarının son maceralarını okumak için gazetelerinin sayfalarını açtılar. Çünkü hayatını bir zamanlar ‘reddedilenlerden biri’ olarak tanımlayan Peanuts’ın yaratıcısı Charles Monroe Schulz, önceki gece uykusunda kolon kanserinden kaynaklanan komplikasyonlara yenik düşerek huzur içinde ölmüştü. 

26 Kasım 1922 Minneapolis doğumlu Charles M. Schulz’un babası Alman, annesi Norveç kökenli. Sessiz, içe dönük, çelimsiz bir çocuk ve zamanının çoğunu gazetelerdeki Mickey Mouse, Temel Reis, Skippy gibi çizgi bantları okuyarak geçiriyor, bir çizer olmanın hayalini kuruyor. Bunu bilen amcası ona bir çizgi banttaki karakterden yola çıkarak Sparky (ışıltılı, parlayan) diye sesleniyor ve Charles M. Schulz bu ismi bütün yaşamı boyunca sahipleniyor, hakkıyla taşıyor. 

Charles M.Schulz

1937 yılında küçük yerel bir gazetede evcil köpek Spike karakteri yayınlandığında 15 yaşında bir genç. Lise yılları elinden hiç düşürmediği defteriyle tarzını geliştirmeye çalışarak geçiyor.  1943-45 arası orduda geçiyor, bu süreçte annesini kaybediyor, bu onu çok etkiliyor ve avuntuyu yine çizerek buluyor. Zamanla kuru, entelektüel ve kendini gizleyen mizahı, 20. yüzyılın ortalarında çizgi romanların gelişen kültürel standartlarına uyum sağlıyor. İlk düzenli çizgi bantı Li’l Folks bu zamanlara denk geliyor. Üç yıl boyunca haftalık olarak yayınlanan bantla, ileride tüm dünyanın tanıyacağı, yaşlarının çok ötesinde bir bilgelikle diyalog ve eylem halinde olan koca kafalı çocuklar yaşamlarımıza sızmaya başlıyor. 

Li’l Folks Peanuts’a dönüşüyor ve İlk Peanuts bantı 2 Ekim 1950’de Amerika’da yedi gazetede yayınlanıyor. Ne o zamanlar 27 yaşında olan Schulz ne de yayıncılar basit görünen dört panelli bantın uzun ömürlülüğünü ve küresel etkisini öngörebiliyor. Ancak Peanuts’ın cazibesi hızla yayılıyor…

Good ol’ Charlie Brown

Charlie Brown’ın kim olduğuna dair hiçbir fikri yok. Kim olduğunun önemi de yok, özel biri değil sonuçta. Günü atlatmaya çalışan biri sadece. Gerçek bir arkadaş, kibar, yardımsever, sabırlı. Öte yandan Charlie Brown’ın etrafında gelişen olayları her gün okuyan milyonlarca okur onda kendinden bir şeyler buluyor: “En az benim kadar sıradan, en az benim kadar sıkıcı, … benim kadar kabullenilmemiş, … benim kadar başarısız, … benim kadar utangaç, …” Haliyle herkes favori karakteri olsa da olmasa da ona aşık. Ancak Charlie Brown’ın en tipik özelliği elbette ne kadar başarısız olursa olsun asla vazgeçmemesi! Ne kadar kötü bir atıcı olursa olsun beyzboldan vazgeçmemesi, her seferinde ipini bir yerlere dolandırmayı becerse de uçurtma uçurtmaktan vazgeçmemesi, küçük kırmızı saçlı kızı sevmekten vazgeçmemesi… Hepimizin içinde bir Charlie Brown var ve olunabilecek her şeyde başarısız olan ama denemekten hiç vazgeçmeyen Charlie Brown büyük ölçüde benim diyor Sparky. Evet, Charlie Brown onun ‘acınası’ çocukluk anılarının canlanmasından başka bir durum değil. Diğer karakterler, bantta gelişen çoğu olay da bütün içtenliğiyle kendi süzgecinden geçirdiği yaşamından izler taşıyor.

Linus’ın bir felsefesi, daima soracak büyük soruları, söyleyecek büyük sözleri var. Battaniyesi olmadan kendini çıplak, çaresiz hisseden, halen parmağını emen bu küçük adam battaniyesi yanındaysa yumuşak kalpli büyük bir filozofa dönüşüyor. Charlie Brown’ın en yakın arkadaşı, Lucy’nin küçük erkek kardeşi, Sally’nin tatlı babboo’su…   

Charlie Brown ve Linus Sparky’nin kişiliğinin en tatlı yanlarının göstergesi, ya Lucy? Acımasız, ürkütücü, her şeyi en iyi bilen, kaba, hatta zorba. İyi kalpli Linus’ın cadı ablası Lucy, tüm bu özellikleriyle serinin en komik karakterlerinden biri aynı zamanda. Mahallede açtığı seyyar psikolojik danışma masasının en büyük müşterisi Charlie Brown. Yine bu seanslardan birinde, Lucy uzman kişi olarak Charlie Brown’ın derinlerine indiğinde onu bir başarısızlık döngüsü olarak tanımlıyor. Charlie Brown yıkılıyor, Lucy doğru olduğuna inandığı tespitiyle böbürleniyor. Tipik Charlie Brown, tipik Lucy! Sarkastik yanım Lucy, utangaç yanım Charlie Brown, hayalperest yanım Snoopy. Hepsinde benden bir parça var diyor Sparky. 

Gelelim hayalperest Snoopy’ye… Sadık, eğlenceli, yaratıcı, iyi huylu ve gerçekten mutlu beagle’la. Onun döne döne yaptığı mutluluk dansı kimsenin bu kadar mutlu olamayacağına inanan Lucy’i deli ediyor. Snoopy ise onun kendisini kıskandığını düşünüyor ve neredeyse Lucy’nin sinir olmasından da mutlu oluyor. Snoopy’yi üzebilen tek şey yemeğinin olmaması. Kök birası ve pizza favorisi ve neyse ki Charlie Brown sevgili köpeğini hiç ihmal etmiyor. 

Snoopy’nin kendi dünyası var. Her ne olmak ne yapmak istiyorsa onu yapıyor. Tam bir hayalperest! Bu yönüyle herkesin olmak istediği kişiyi temsil ediyor bir anlamda. Onu bazen kulübesinin çatısında daktilosunun başında yazarken, bazen bir savaş uçağı yerine geçmiş kulübesinde Kızıl Baron’la savaşırken, bazen siyah gözlüklerini takıp Joe Cool karakterine bürünmüşken görüyoruz. En iyi arkadaşı küçük sarı kuş Woodstuck da çoğu zaman bu maceralarında onun yanında.   

Eh, buraya kadar bilmediğimiz bir şey yok. Sanırım bundan sonrasında da yok eğer benim gibi iflah olmaz bir Peanuts tutkunuysanız. İşte tam da bu yüzden yazıyorum ve muhtemelen siz de okuyorsunuz. 1950’den bugüne tazeliğini koruyan ve büyük olasılık korumaya da devam edecek bu sıcacık ve koskocaman dünyanın yaratıcısı hakkında ne yazılsa az ne okunsa az ne izlense az diye düşünüyorum. Ama yok, izlenme kısmı biraz sıkıntılı bana göre. 2021 yapımı Michael Bonfiglio’nun yönettiği ve Marcella Steingart ile birlikte yazdığı Who Are You Charlie Brown? adlı belgesel filmi izlemenizi öneririm. Öte yandan geçtiğimiz Christmas için yapılan Snoopy Presents: For Auld Lang Syneadlı kısa animasyonun Charles M. Schulz’un bakış açısını yansıtmadığını, hatta epey zorladığını düşünüyorum. Lucy sevimli değil, olmak zorunda da değil. Hayatta böyle insanlar var ve onları da sevenler var haliyle, bunu olduğu gibi kabul etmek gerek. Bu efsane illa ki yeni üretimler de katılarak devam edecekse 2015 yapımı The Peanuts Movie gibi olabilir ya da geçen yıl başlayan TV serisi The Snoopy Show gibi, ki her ikisinin de yapımcısı Charles M. Schulz’un oğlu Craig Schulz. Haliyle yeni animasyon teknikleriyle yapılmış, müzikleriyle, kurgusuyla daha dinamik işler olsa da içeriğe, ruha sadık kalınmış. Sonuçta, bu kadar dünyaya mal olmuş, sevilmiş bazı şeyler de olduğu gibi kalmalı, her şeyin dönüşmesi gerekmiyor diye düşünüyor ve devam ediyorum…

İlk Peanuts animasyonu 9 Aralık 1965’te, CBS’te gösteriliyor; A Charlie Brown Christmas. Yapımcı Lee Mendelson, animatör/yönetmen Bill Melendez, müzik Vince Guaraldi. Bill Melendez filmde Snoopy’nin çıkardığı sevimli, şapşal sesleri de seslendirmiş ve son yapılan filmlerde de hâlâ bu arşiv sesleri kullanılıyor. Vince Guaraldi’nin Christmas Time is HereLinus and Lucy gibi besteleri de artık birer klasik. Konuya dönersek, bu ilk TV filmi çok tutunca onu It’s the Great Pumpkin, Charlie Brown(1966) izliyor ve ardından özel günlerde özel yapımlar devam ediyor. 1969’da ise ilk uzun metraj animasyon izleyiciyle buluşuyor; A Boy Named Charlie Brown. Yine aynı yapım-yönetim ekibiyle yol alınıyor filmde. Animasyonlar ile Peanuts’ın popülerliğinin sınırları genişliyor, yavaş yavaş dünya da bu küçük insanları yaşamlarına katıyor. Öte yandan Peanuts çetesi Amerika’da tam anlamıyla bir fenomen oluyor; Time ve Life onları kapak yapıyor, ilk TV filmi Emmy Ödülü kazanıyor, NASA astronotları Apollo 10 komut modülüne Charlie Brown ve ay modülüne Snoopy adını veriyor.

Sparky’nin başarısızlıkla uzaktan yakından ilgisi olmadığı açık artık. Başarısının ardında tıpkı Charlie Brown gibi asla vazgeçmemesi yatıyor her şeyden önce, ama tabii salt bu değil. Ne yapmak istediğini bilen, sıkı gözlemci, kararlı ve duyarlı biri Sparky. Dolayısıyla yeni karakterleri rahatlıkla ve cesaretle katıyor Peanut’ların arasına. 22 Ağustos 1966’da Peppermint Patty katılıyor. Babasıyla yaşayan, özgür ruhlu, kuralları pek takmayan, sandaletleri, şortu ve biraz maskülen tavrıyla yepyeni bir ruh Peppermint Patty. Dersleri berbat, ancak çok iyi bir sporcu. Özgüvenli, güçlü, lider karakterli. Peanuts’ın tüm kızları gibi.

Çok geçmeden, 31 Temmuz 1968’de Franklin Armstrong da katılıyor aralarına. Bandın ilk –ve tek–siyahi karakteri. Amerika’da siyahların eşitlik için mücadelesinin yükseldiği, öte yandan hâlâ aşağılandıkları, yok sayıldıkları dönem. Martin Luther King’in öldürüldüğü yıl ve Sparky bandında bir siyahı normal bir şeymiş gibi beyazlarla yan yana, aynı şeyleri yaparken gösteriyor! İşin aslı, eşitlik hareketini destekleyenler Charles M. Schulz’dan istiyorlar bunu. O da bir yaz günü Franklin’i kumsalda Charlie Brown’la kumdan kale yaparken çiziyor. Çünkü kendisi de herkesin eşit olduğu bir dünyaya inanıyor ve böyle bir dünyada siyahla beyazın yan yana durması gerekiyor zaten. Gazete yayınlamak istemiyor, o da yayınlamayın o halde diyor, ama yayınlıyorlar. O zaman diğerleriyle okulda gösterme diyorlar, ama Sparky, Franklin’i okulda da çiziyor, yine yayınlıyorlar. Böylece Franklin günün koşullarına hiç uymayan bir doğallıkla beyazların arasında yerini alıyor. Pigpen’i garip bulanlar artık bir hippi ve bir siyahı da kabul etmek zorunda kalıyorlar.

Üzerinden yıllar geçtikçe, Sparky yaşlandıkça, karakterleri çocuk görünümünde olsa da diyalogları olgunlaşıyor. Komik olmasına hâlâ komikler ama meseleleri derinlikli. İyisi kötüsü, acısı tatlısı, mutluluğu depresyonu, komedisi dramasıyla hemhal olmuş bir insanlık hali sergiledikleri. 50 yıldır tekrara düşmeden, sıkmadan, samimiyetle çizilmiş, zalim olmayan insanlığa dair hikâyeler. Tam da bu samimiyet ve kimseye mesafe koymayan iyi niyetli kavrayış Peanuts’ı, Charles M. Schulz’u zamansız ve ebedi kılıyor. Bütün dünyanın tam da ihtiyacı olan şey bu değil mi?

O halde ben yine kitaplara döneyim; hayat dediğin bitmez, dönüp dönüp bakmak gerek. Arkadaşlık hiç bitmez. Aşk? Aşk Dediğin Nedir, Charlie Brown? Ah, bu da Charlie Brown’a sorulacak soru mu şimdi! Ama hakkını yemeyelim, Charlie Brown için umut varsa –ki var–hepimiz için vardır, öyle değil mi?

Bu yazı ilk kez K24‘te yayınlandı.

Yazı kategorisi: çocuk/gençlik edebiyatı

Küçük cadımız Şeroks 20 yaşında!

İnatçı, küçük ama her cadı gibi bilmiş -hatta zaman zaman fazlasıyla kendini beğenmiş- ama hızlı öğrenen, empati kurabilen, akıllı ve hepsinden önemlisi iyi bir cadı Şeroks. Onunla 20 yıl önce tanıştık Masallar Ülkesi’nde ve çok sevdik. Büyük Tuzak’ta yeni maceralarını bir solukta okuduk, sonra biraz özletti kendini. Barış Odaları’nda hasret giderdik bir kısmımız. Bir kısmımız her ne kadar çok sevse de Küçük Cadı Şeroks’a zaman ayıramayacak kadar büyüdü o arada. Neyse ki ben çok büyüsem de çocuk kitapları okumayı sevenlerdenim. Dolayısıyla uzun yolculuğunun duraklarında onu beklemeyi seviyorum. Sevgili yazarın alt mesajımı not ettiğini umarım, çünkü az sonra okuyacağınız gibi o da özlüyor Şeroks’u (sanırım)…

Sevgili yazar demişken, çocukların çok sevdiği Şeroks’u anıp yaratıcısı Aslı Der’den söz etmeden olmaz tabii. Aslı Der felsefe eğitimi almış ve Küçük Cadı Şeroks ile başlayan yazarlık kariyerinde elbette bu eğitimin izlerini sürebiliyoruz. 2022 Astrid Lindgren Anma Ödülü’ne adaylığı ve şimdi de Şeroks’un 20. yaşı nedeniyle, 20 yıldır çocuklar ve gençler için düşünen, yazan Aslı Der’le sohbete bahane yarattık. Ama madem bir yaş dönümünden söz ediyoruz sohbete geçmeden adını anmamız gereken biri daha var; Şeroks’u beline kadar kırmızı saçlarını örtemeyen kocaman şapkası ve yıldız desenli elbisesiyle resmederek çocukları ona birkaç adım daha yaklaştıran Huban Korman. Bir çocuk romanı kahramanı yazarı kadar çizeriyle de yaşam buluyor ne de olsa.  

Evet artık başlayabiliriz…

20 yıl önceye dönelim. Şeroks karakterini nasıl yarattın? En baştan beri bir seri kitap mıydı, yoksa yazarken oraya mı evrildi?

Aslı Der: Küçük Cadı Şeroks kitabım yayınlanalı 20 yıl oldu, ancak Şeroks karakterinin hayatıma girişi, yani bir anlamda onunla tanışmamız 24. yılını bitirdi. Neredeyse çeyrek asırlık olduk. Süpürgesine atlayıp gökyüzüne doğru fırlayan küçük bir cadıyı ilk kez hayal ederken aslında kendimi kaynağını tam da bulamadığım sıkıntılardan kurtarmak, düş dünyamda biraz olsun rahatlamak istiyordum. Değil seri, kitap olması bile aklımda yoktu. Günışığı Kitaplığı ile tanışmasaydım, yollarımız kesişmeseydi belki sadece hayal kahramanım olarak kalacaktı; iyi ki buluştuk, birlikte çalıştık. İlk kitaptan sonra yeni bir Şeroks olmaz dedim, ama sonra içinde onun olduğu başka bir kitabı yazma düşüncesi ağır bastı. Özledim Şeroks’u 🙂 Üçüncü kitap da özlemle çıktı, belki şimdi dördüncüsü olur, neden olmasın?

Her yazar kitaplarının beğenilmesini, elden ele dolaşmasını, baskılarının çoğalmasını hayal eder. Nitekim Şeroks birkaç kuşağın kahramanı olmayı başardı, bundan sonra da öyle olmaya devam edecek belli ki. Nasıl hissettiriyor bu durum? 

Aslı Der: Bir kitabın içinde kaybolmak, dış dünyaya kendini kapatıp okuduğun kitabın içinde kendi gerçekliğinden sıyrılıp başka bir dünyaya/yaşama yolculuk etmek hayatım boyunca başıma gelen en büyülü deneyim diyebilirim. Benzer duyguları yaşayan Şeroks okurları olduğunu düşünmek çok güzel, heyecan verici benim için.

Çok sevilen kitapların sinemaya ya da sahneye uyarlandığına şahit oluyoruz Batı’da. Hepsi de iyi olmuyor bu uyarlamaların, ama bu iki yapıt birbirini destekleyerek okuyucu/izleyici kitlesini çoğaltıyor. Türkiye’de hele de çocuk kitaplarında henüz böyle bir yaklaşım yok, ama eminim sen hayalini kurmuşsundur bunun… 

Aslı Der: Doğrusu, böyle bir hayali birkaç kez kurdum, ancak olmazsa olmaz bir durum ya da heyecandan yüreğimi ağzıma getirecek bir düşünce değil benim için. Belki de kitabını okuyup filmini sevemediğim, filmini izleyip kitabıyla hayal kırıklığı yaşadığım örnekler bana böyle hissettiriyor. Bir taraftan da bunların maliyeti yüksek projeler olduğunun farkındayım, içimdeki aşırı gerçekçi Aslı kötü bir iş olacağına hiç olmasın deyip, hayalimi sonlandırıyor. 

Çocuklar buluşmalarda Şeroks’la ilgili düşüncelerini paylaşıyorlar seninle. Var mı bizimle paylaşmak isteyeceğin birkaç anekdot?

Aslı Der: İlk anda aklıma gelen bir anekdot yok doğrusu, ama yirmi yıldır okullarda Şeroks’u okumuş öğrencilerle programlar yapıyorum; Şeroks üzerinden edebiyat, felsefe konuşma fırsatı buluyoruz. Çocukların hayata bakışlarını, ülkemizin ve dünyanın yirmi yılda yaşadığı değişimleri bu sorular üzerinden gözlemleyebiliyorum. Şeroks’un hikâye içinde yaptığı/yapmadığı eylemleri içeren sorular özellikle ilgimi çekiyor. Böylesi soruları soran okurun kendini kahramanın yerine koyduğunu, bir açıdan kendi yaptığı/yapmadığı eylemleri sorguladığını görebiliyorum. Edebiyat, kendimizi tanımak için çok değerli bir araç; okurlarla yaptığım buluşmalardan yıllardır hep bu hisle ayrılıyorum.  

20. yaş başka dillere, başka ülkelere kapıyı da aralar belki. Var mı bu konuda çalışmaların?

Aslı Der: Şeroks başka dillere, başka ülkelere, başka coğrafyalara son sürat uçsun isterim elbette, ama bunun kolay olmadığını, yayınevim Günışığı Kitaplığı’nın bu konuda pes etmeden çalıştığını biliyorum. 

Aslı Der’i kariyerinin başında fantastik romanların yazarı olarak tanıdık, sevdik. Şeroks serisi tamamlanmadan gelen Tehlikeye 3 Yolculuk ve Kayıp Rüyacı da fantastik maceralardı ve okuyucusu bol romanlar oldu tıpkı Şeroks gibi. Ardından gelen iki gençlik romanın –Defne’yi Beklerken ve Darmadağın– ile son kitabın Denek E.E.E. ise gerçekçi kurgular. Günümüzün dünyası, kahramanları ve onların güncel, gündelik sorunlarına odaklı. Fantastikten gerçekçi kurguya geçiş sürecin hakkında neler söyleyebilirsin? Bu değişimin okuyucun üzerinde etkisini gözlemleyebilme şansın oldu mu? 

Aslı Der: Edebiyat yolculuğumun başlangıcına dönüp baktığımda neyi, nasıl yazacağıma değil de içinde bulunduğum dünyayı kendime nasıl anlatacağıma odaklandığımı görüyorum. Yazmanın benim için anlamı paylaşıma açık bir eser oluşturmaktan çok, yaşadığım hayat içinde anlam bulma yolculuğu. Bazen fantastik bazense daha gerçekçi bir kurguyla ortaya koyuyorum bu arayışı. İki tür arasında özellikle yapılmış bir geçiş olmadı hiç; üzerine kafa yorduğum konuları kendime nasıl hikâye ettiğim kurgunun gerçekçiliğini belirledi. 

Fantastik romanlarımı daha çok 8-12 yaş grubu okuyor, diğer kitaplarımın okurunun yaş grubu biraz daha büyük. İki okur grubu arasında gözlemlediğim en büyük fark sanırım gerçekçi romanla ilgili sohbet ettiğimizde soruların daha ciddi oluşu. Fantastik maceralar üzerine konuşulması daha kolay kitaplar, sonuçta içinde yaşadığımız dünyada bir gerçekliği yok. Konular ciddi bile olsa birebir okurun başına gelme ihtimali olmadığı için okuru korunaklı bir alanda tutabiliyor. Defne’yi Beklerken ve Darmadağın’da işler değişiyor, okur o korunaklı alanı terk etmek zorunda kalıyor. Bunun bir etkisi olduğunu, ‘ya benim de başıma gelirse’ sorusunun metni okurken bambaşka duyguları da yaşattığını düşünüyorum.

2022 Astrid Lindgren Anma Ödülü (ALMA)’ne Türkiye’den aday gösterilen yazarlardan birisin. Bu ödüllerin edebiyata katkıları konusunda ne düşünüyorsun? 

Aslı Der: Okul programlarında çocukların bana sıklıkla sorduğu bir soru var; yazarlık nasıl bir iş? Genelde çok kısa cevap vererek başlıyorum; yalnız bir iş. Yalnızlığı sevmiyorsanız, tek başınıza kalmaktan, kendi düşüncelerinizin içinde çırpınmaktan, bir başınıza çalışıp çabalamaktan hoşlanmıyorsanız yapılacak iş değil, diye ekliyorum. Bence çalıştığınız alan ne olursa olsun çabanızın hedefi bir ödül olmak durumunda değil, ancak yaptığınız işi, ortaya koyduğunuz eseri özellikle bu konuda çalışan, üreten insanların görmesi, takdir etmesi sonsuz bir yüreklendirme sağlıyor; yalnız üretiyor olsanız da tek başınıza olmadığınızı, değer verdiğiniz kişilerin de sizi ve üretiminizi gördüğünü hatırlatıyor. 

ALMA, hayal kuruyor olsam o hayalin içinde kalbimi pır pır attıracak bir ödül. Çocukluk yıllarımdan beri hayranı olduğum yazar Astrid Lindgren anısına verilen bu ödüle aday olmak bile yeterli benim için. Değer verdiğim insanlar tarafından yazar olarak eserlerimle görüldüğümü, fark edildiğimi hissettim bu adaylıkla, mutlu oldum. Özellikle kendimi, yaşadığım ülkeyi ve dönemi her zamankinden çok sorguladığım bir dönemde bana yeniden üretme cesareti verdi.

Bir klasik soruyla bitirelim o halde. Yeni proje(ler)…

Aslı Der: Çok okuduğum, çok fazla konuyu aynı anda takip ettiğim, kendimi yeni şeyler öğrenmeye her zamankinden daha aç hissettiğim bir süreç yaşıyorum. Damla damla süzülüp yeni bir hikâyeye dönüşecekler, yakında umarım. 

Teşekkürler…  

Aslı Der: Ben teşekkür ederim sevgili Raife.

Bu yazı ilk kez K24‘te yayınlanmıştır.

Yazı kategorisi: ortaya karışık

Yayıncılığın topluluk desteklisi: Ekofil

Topluluk Destekli Yayıncılık, tüm dünyada gittikçe yaygınlaşan Topluluk Destekli Tarım – temiz, doğal gıda üreticileri ile üretim sürecine katılma arzusundaki tüketiciler, yani türeticilerin oluşturduğu topluluklar-modelinden ilhamla adını alan kitle fonlama, ön satış, katılımcı planlama ve armağan ekonomisi gibi fikirlerden de beslenen bir model. Okurların aktif desteği ile kitap yayımlama ve dağıtma fikrini geliştirme ve sürdürülebilir hale getirme yönünde bir çaba.

Ekofil Topluluk Destekli Yayıncılık, bu modeli tasarlamak, uygulamak ve geliştirmek için, 2017 yılı yaz aylarında sosyal medyadan yaptığı çağrıyla yola çıkan ve çağrıya yanıt veren 80 kişi arasında bir süre devam eden yazışmaların ardından yapılan toplantılarda “niyetlerini” belirledikten sonra bu niyetleri yaşama geçirmek üzere görev almaya gönüllü küçük bir mutfak ekibiyle ilerleyen yeni bir yayınevi. 

Yunanca oiko (ev) ve phile (sever) kelimelerinden türetilmiş Ekofil için ev gezegenimiz dünya ve Ekofil, evimiz ve üzerindeki tüm varlıkların iyiliğini gözeten her konu ve alanda yayın yapmayı amaçlıyor. 2019 yılında Tracy Maria Lord’un yazdığı Burcu Pek’in resimlediği ilk kitapları Balkonlarda ve Küçük Bahçelerde Tohum Alma ve Saklama El Kitabı ile yolculukları başladı. Onu 2020 yılında David George Haskell’in Saklı Orman – Bir Biyoloğun Orman Güncesi kitabı takip etti. Şimdilerde Anne Crausaz’ın yazıp resimlediği ilk çocuk kitapları Büyüdüğüm Yer, diğerleri gibi topluluk destekli dağıtım noktalarında ve Ekofil’in web sitesinde satışa çıktı. 

Farklı şehir ve köylerde yaşayan yazar, çizer, çevirmen, editör ve okurlardan oluşan topluluğun “mutfak ekibi”İlknur Urkun Kelso, Hira Doğrul, Özlem Şekercioğlu Lesport, Şebnem Ekici Alperen, Alper Can Kılıç, Bülent Korkmaz ve Burcu Ovacık bu merak uyandırıcı, heyecan verici yayıncılık serüvenini anlattılar…

Neden topluluk destekli yayıncılık?

Ekofil: Topluluklar oluşturup konvansiyonel tarıma alternatif oluşturabiliyorsak neden konvansiyonel yayıncılığın alternatifini oluşturamayalım sorusuyla yola çıktık. Yayıncılıkta yaşadığımız sorunlar tarım sektöründeki sorunlara bir hayli benziyor: Üretenler sömürülüyor, işçileştiriliyor ve üretimden uzaklaşmaya başlıyor, aracılar gittikçe tekelleşerek tüketiciye neyin ulaştırılacağına karar veriyor, sağlıklı ve besleyici olandan ziyade maliyeti düşük, albenili ama kalitesiz ürünler öne çıkıyor, dolayısıyla faydalı ve kaliteli ürüne erişmek gittikçe zorlaşıyor ve bu sürecin ekolojik ayakizi gittikçe artıyor.

Bu çerçevede “topluluk destekli yayıncılık”, üretici (yazar, çizer, çevirmen, editör, tasarımcı vb.) ile türeticinin (okur) doğrudan ilişki ve dayanışma içinde olduğu, üretim süreçlerine katıldığı ve her anlamda destek verdiği bir üretim modeli ile insani ilişkilere dayalı bir topluluk oluşturarak, ticari kaygıları azaltıp yayınların niteliğini ön planda tutmayı, hem yayın üretenlerin hem okurların hem de tüm gezegenin fiziksel, zihinsel, ruhsal ve sosyal ihtiyaçlarını gözetmeyi amaçlıyor. Ekofil Topluluk Destekli Yayıncılık modeli, ekoloji alanında daha fazla kaliteli yayın okumak isteyen topluluğun, bu alanda yayın üretmek isteyenleri mali, lojistik ve görünürlük itibariyle desteklemesini, üretim sürecinin okurdan gelecek her türlü katkıya açık olmasını ve gerçekleştirilen faaliyetlerde şeffaflık sunmayı amaçlıyor

Aranızda çevirmen, yazar, illüstratör var. Ancak hepiniz yayıncılıkla ilişkili değilsiniz. Yayıncılıkla ilgili yola çıkarken birlikte yol aldığınız, ‘mutfak ekibi’ dediğiniz bu grup nasıl oluştu?

Ekofil: 2017 yılında sosyal medya üzerinden yapılan açık bir çağrıyla “daha adil ve kolektif” bir yayıncılık modeli konusunda heyecan duyan yaklaşık 80 kişilik bir e-posta grubu kuruldu. Zaman içinde gruptaki tartışmalara, çevrimiçi toplantılara aktif katılan ve uygulamaya yönelik somut görevler alan kişiler öne çıktı ve ekip kendiliğinden oluştu. Herhangi bir seçme değerlendirme süreci olmadan, gönüllülük ve sorumluluk temelinde kendiliğinden örgütlenmiş bir yapımız var. 

Nasıl karar veriyorsunuz yayınlanacak kitaba?

Ekofil: Ekoloji alanı içinde çok geniş bir ilgi yelpazemiz var. Gerek bir bilim dalı gerek bir dünya görüşü olarak ekolojiyle ilgili kuramsal kitaplar; doğa ve yaban hayat incelemeleri; gıda, mimari, enerji gibi ihtiyaçların ekolojik şekilde karşılanmasına yönelik alternatif yaklaşımlar; ekoloji ve çocuk; ekoloji ve sanat gibi ilgi alanlarımızla ilgili literatürleri tarıyoruz. Ayrıca topluluk oluşturma ve dayanışma modelleri; alternatif ekonomik ve örgütlenme modelleri ve her türlü alternatif toplum tasavvuru gibi konularla da ilgiliyiz. Uzman kişilerden ve topluluğumuzdan bu çerçevede öneriler alıyoruz. Elbette bu arada topluluğumuzdan ya da dışardan bize gelmiş dosyalar oluyor. Bütün bu önerileri ve dosyaları ya mutfak ekibi olarak özgünlük, düzgün ifade, iç tutarlılık gibi ölçütlerle değerlendirip karar veriyoruz ya da kendimizi yetkin görmediğimiz alanlarda (örneğin edebiyat) bir danışma kurulu oluşturup onlardan görüş alıyoruz.

Destek nasıl sağlanıyor ve ardından dağıtım, tanıtım gibi süreçler nasıl ilerliyor?

Ekofil: Bir kitabı yayımlamaya karar verdiğimizde her türlü emek, telif ve baskı maliyetlerini kapsayan bir bütçe hazırlıyoruz. Her kitapta Ekofil’in kurumsal harcamaları ve bir sonraki kitabımıza “can suyu” olacak bir pay da ekleyip, bu bütçe doğrultusunda kitabımızı tanıtmaya başlıyor ve gerekli maliyetleri toplamak üzere ön satışa çıkıyoruz. Bu ön satışlarda belirlediğimiz bütçenin yaklaşık yarısına ulaşabilirsek, geri kalan maliyetleri normal satışta çıkaracağımızı düşünerek kitabı baskıya veriyoruz.

Kitaplarımız internet üzerinden alınabildiği gibi çeşitli şehirlerde bulunan topluluk mekânlarımızdan da temin edilebiliyor. Bu esnada sosyal medyada kitabın tanıtımına yönelik görseller, yazılar, filmler, okuma parçaları, vb yayınlıyoruz. Tabii sosyal medya kanallarının yeni algoritmaları eskisinden çok daha az kişiye ulaşmamıza yol açıyor. Bu açıdan topluluk üyelerimizin kendi sosyal medya hesapları üzerinden yaptıkları paylaşımlar kilit önem taşıyor, ancak bu sayede yeni insanlara ulaşabiliyoruz. Özellikle kitaplarımızı okuyup beğenilerini paylaşanlar çok etkili oluyor.

Elbette basın kitleri hazırlayıp bütün medya kanallarına gönderiyoruz ama çok yeni ve küçük bir yayınevi olduğumuzdan olsa gerek pek sesimizi duyuramıyoruz. Bu açıdan Raife bu söyleşi için sana ve K24 ekibine çok teşekkür ediyoruz.  

Ekoloji sadece belli bir kesimin önemsediği bir kavram olamayacak kadar öncelikli bir konu dünyamız için. Bunu anlatabilmenin en iyi yollarından biri kitaplar. Dolayısıyla yayın çizginiz ve yapılanma modeliniz ilgi alanımıza giriyor. Yayımladığınız üç kitabın bu konuya yaklaşımınızdaki samimiyetin ve hassasiyetin göstergesi olduğu da ortada. Şimdi bildiğim kadarıyla ilk kitabınız Tohum Alma ve Saklama El Kitabı ikinci baskıya hazırlanıyor. Tekrar baskılarda nasıl bir prosedür izliyorsunuz?

Ekofil: Kitap çok sevildi ve inanılmaz hızlı bir biçimde tükendi. Kitabı bize armağan etmiş olan yazar Tracy Maria Lord’a baskının tükendiğini bildirdiğimizde kitabın içeriğiyle ilgili bazı geliştirmeler yapmak istediğini söyledi. İkinci baskı için kendisinin yapacağı güncelleme ve ekleri biz de sabırsızlıkla bekliyoruz. 

Öte yandan henüz kitaplarımıza tekrar baskı yapma şansımız olmadı, ama temel olarak tekrar baskı süreci yazar, yayınevi, çizer ve çevirmen gibi paydaşlarla sözleşme süreleri bittiyse tekrar sözleşmeler yapmayı ve bizim modelimiz özelinde yeniden bir fonlama süreci başlatılmasını içerecek. Ayrıca her kitabımız için okurlara sunduğumuz değerlendirme formlarımız var ve bu formlara gelen yanıtlar doğrultusunda eserin içerik, çeviri ya da kapak gibi farklı unsurlarının gözden geçirilmesi söz konusu olabilir. Her kitabın telif süresi, sözleşmedeki baskı/kopya sayısı ve kitabın tükenme hızı farklı olduğu için aslında çok fazla değişkenin olduğu bir süreç tekrar baskı. Bizim ilkemiz koşullar elverdiği sürece kitaba verilen emeğin boşa gitmemesi, kitabın olabildiğince çok insana ulaştırılması ve imkânımız olduğu sürece en hızlı şekilde tekrar baskıları yapmak.  

Üçüncü kitabınız Büyüdüğüm Yer ilk çocuk kitabınız. Çocuk kitaplarında kriteriniz nedir?

Ekofil: Çocuk kitapları kitap türleri arasında ayrıcalıklı bir yere sahip. Kitabı yazan, seçen ve alanlar yetişkinler ancak hitap ettiği kitle çocuklar. Biz aracıları değil öncelikle çocukları düşünerek tercihlerde bulunuyoruz. Çocukların okumasını, kitaplarla büyümelerini istiyoruz. Öyleyse öncelikle çocuklar hikâyeleri sevmeli, okurken eğlenmeli, merak etmeli, heyecanlanmalı. Çocukların duygularına hitap etmek istiyoruz. Çocuklar küçük bilgelerdir. Her zaman ânı yaşarlar ve ancak sevdikleri şeylere ilgi duyarlar. Bu yüzden çocukların kitapla haşır neşirliği önemli.  Konu çocuk kitapları olunca bilgi aktarımı ve değerler öğretisi iyi bir araç; bunu yok saymıyoruz. Ama bunu üstenci bir dile indirgeyen, çocuğun hayal dünyasını körelten ve neden sonuç bağlantısını kendisinin kurmasına, üzerinde düşünmesine, hikâyeyi içselleştirmesine izin vermeyen, yetişkin izi ağır basan kitaplar bizim gündemimize girmiyor. Çocuklarınkine de girmiyor zaten. Çocuklar muhakkak böyle kitaplarla karşılaşıyor; ama o kitaplar tekrar tekrar okutulan kitaplar olmuyor hiçbir zaman.

İçerik olarak ise Ekofil’in yayın konularını çocuklara anlatmayı ve onlara bir çerçeve çizmeyi istiyoruz. Gezegene ve içindeki canlılara ilişkin gerçek bir fotoğraf göstermek. O fotoğrafın içinde nasıl bir canlı olmak istediklerine de onlar karar versin istiyoruz. 

Anne Crausaz’ın okul öncesi için hem resimleyip hem yazdığı Büyüdüğüm Yer’in neden bir adım öne geçip kataloğunuzda yerini aldığının ipuçlarını verdiniz. Ama ben yine de nasıl onca güzel doğa eksenli kitabın arasından sıyrıldığını sormak istiyorum?

Ekofil: Başlangıç için yetişkin kitaplarında olduğu gibi çocuklar için de konu olarak tohumu seçmiştik. Anne Crausaz’ın Büyüdüğüm Yer kitabı da bir tohumun ağaç olma hikâyesini anlatıyor. Yazar hem metni hem görselleri ile hikâyeyi çok sade bir dille ama bir o kadar da hoş bir görsellikle anlatıyor, rastlantısal bir var olma mücadelesi, hayatın ve mevsimlerin döngüsü kısacık hikâyesine öyle güzel sığdırılmış ki… Az anlatım ama çok anlam…

Pandeminin yayıncılık sektörüne olumlu ve olumsuz etkileri oldu. Siz pandemiden kısa süre önce yola çıkmıştınız zaten, buna rağmen nasıl gidiyor yolculuk -şimdilik?

Ekofil: Pandemi bizi genel olarak olumsuz etkiledi. Telif alma, basıma hazırlık ve basım süreçlerinde bayağı gecikmeler yaşadık, sonuçta Büyüdüğüm Yer istemediğimiz halde yaz sezonuna sarktı. Ama esas zorluğu dağıtım noktalarımızda yaşadık. Biz dağıtım ağına ve kitapçılara girmeden, bize destek veren çeşitli mekânlar üzerinden dağıtım ve satış yapıyoruz. Pandemide bu mekânların çoğu kapalıydı, dolayısıyla hem dağıtımda aksaklıklar yaşadık hem de satışlarımız düştü.

Bu süreçte insanlar genellikle internetten satın aldılar kitapları. Ama sanıyorum internet ortamında da genel dağıtım ağlarında yer almıyorsunuz? 

Ekofil: Hayır. Bu ağı genişletmek üzere birtakım çalışmalarımız var. Ancak şu an sadece sitemiz üzerinden satış yapıyoruz. 

Ekofil’de her ne kadar işleri üstlenmiş bir mutfak ekibi olsa da dayanışma ve paylaşım temelli kocaman bir topluluk söz konusu. Biraz bu dayanışma halinden ve gelecek planlarından da söz edelim mi?

Ekofil: Topluluğumuzdan editör, çizer, çevirmen, ressam, tasarımcı gibi üyelerimize iş olanakları açmayı istiyoruz. Tabii bunun için daha çok kitap basmamız ve bunların daha çok desteklenmesi gerekiyor. Topluluk üyesi yazar ve çizerlerin ekolojiyle ilgili her türlü çalışmasına öncelik vermek istiyoruz. Bu minvalde bir roman üzerinde çalıştık ve basıma hazır hale getirdik, bu ekolojik bilimkurgu roman yıl sonuna doğru baskıya girecek. Bir diğer topluluk üyemizin yaban hayat ve yabani bitkilerle ilgili enfes yazıları üzerinde çalışıyoruz.

Dayanışma modelimizin bir unsuru da “askıda kitap” uygulamamız. Kitaplarımızın bir kısmının toplumdaki dezavantajlı gruplara, hapishanelere, köy okullarına, vb hediye olarak gönderilmesi için insanları “askıda kitap” almaya davet ediyoruz. Her bir askıda kitabı numaralandırıyor, doğru yerlere ulaştırmak üzere bağlantılar kurup buralara gönderiyoruz. Kurduğumuz Gezegeni Sevenler Derneği üzerinden de çeşitli sosyal sorumluluk projeleri gerçekleştirmeye hazırlanıyoruz.

Yurt dışında topluluk destekli yayıncılık örneklerinden söz edebilir misiniz? Sizin özellikle takip ettikleriniz var mı? Yayın çizgileri, felsefeleri nasıl?

Ekofil: Yurt dışında bizim kurguladığımız modelin örneğine henüz rastlamadık. Şu an uyguladığımız modeli tasarlarken çok çeşitli ilham kaynaklarımız olduysa da önümüzde halihazırda uygulanmış bir örnek yoktu. Biz Ekofil için topluluk desteği, kitle fonlama, kooperatifçilik, armağan ekonomisi gibi uygulamaları, yayın yapmak istediğimiz alanları ve elimizdeki imkânları değerlendirerek bir sentez kurguladık. Ama bizim benimsediğimiz unsurları benimseyen yayınevleri var. Özellikle ekoloji alanında çalışan ve çok yakından takip ettiğimiz Chelsea Green ve New Society gibi yayıncıların kooperatif ve kâr amacı gütmeyen yapıları tercih ettiğini görüyoruz. Bu bizim modelimizin de bir ayağı. Diğer taraftan yine modelini topluluk destekli yayıncılık olarak adlandıran The Head and the Hand var. Onlar da doğrudan topluluk destekli tarım modelinden ilham aldıklarını ifade ediyorlar ve yıllık abonelik seçenekleriyle o yıl basılacak kitapların önden satın alınabildiği bir model kurgulamışlar. Fakat bildiğimiz kadarıyla bizim gibi kitaplarının her biri için ayrı ayrı kitle fonlamaya başvuran, can suyu uygulaması yapan, askıda kitaplara ağırlık veren, sadece topluluk desteğiyle dağıtım yapan bir yayınevi örneği yok. Kitle fonlama yaklaşımını daha ziyade publishizer.com gibi “kişisel yayıncılık” platformları kullanıyor ama bu platformların da herhangi bir “yayın çizgisi” ya da katılımcı karar alma gibi amaçları bulunmuyor.     

Verdiğiniz bilgiler için çok teşekkürler. Yolunuz açık olsun…

Ekofil: Biz teşekkür ederiz. 

Bu yazı ilk kez K24‘te yayınlanmıştır.